Savaşa karşı durmak için; tank, silah, bombaların ortasında kalmış, kırılgan bir öfkeyle taş atan çocuklar gibiydi şimdi aşk.
Kentin bütün ışıkları aynıydı. Pencereden sahile uzanan yolun tüm ışıkları gece gündüz aynı. Sadece pencereden görünen perspektif değil elbet, bu şehr-i derya’nın hatta ve hatta yüzyıllardır süren savaşlarla belirlenmiş sınırlarla çevrili vatanın ışıkları aynı renkti. Hah! Sınırları aşmıştı bu renk cümbüşü, özgürlük çığlığı atan renkler dünyanın her yerindeki trafik lambalarının aynısıydı. Rengin yasak olduğu görülmüş şey mi? Ama yasaktı işte: Yeşil, Kırmızı, Sarı …
Tüm dünya, milyarlarca insan, gece gündüz bu renklerle yollarını tayin ediyorlar. Üç renk bir araya gelirse yasak bu vatan da; hem de sürekli kullandıkları halde. Devletin sağladığı toplu taşımalar, taksiler, özel araçlar, yayalar trafik lambalarından yansıyan bu renklerin yönlendirmesiyle hareket ederken, bu renklerle işlenmiş iğne oyalı bir yemeni fular yapıp çıkamazsın sokağa.
İnsanın yüreği hele bir kez sorgulamaya görsün kendi yaşamını. Hiçbir gözaltında yaşanan sorgulara benzemez bu işkence. Ne falaka vardır, ne Filistin askısı görünürde. Ama insan ruhunu falakaya çeker durur, kalbin sıkışıp kalır bir Filistin askısında.
Bazen insan o kadar yalnız hisseder ki kendini, o kadar çaresiz; bir an dersin dünya dursa. Herkes bilinmez bambaşka bir hayata yol almıştır da sanki sen bu koskoca dünyada yapayalnız kalmışsındır. İçini kemiren boşluğu hiçbir şey dolduramaz. Hani bir adaya düşsen yanına alacağın üç şeyi düşünürsün ya, işte böyle durumlarda sadece sevdiğini istersin yanında. Sadece o olsun yeter. Hayatta kalmanın yegâne besini, şifası, huzurudur aşk. Varsın acı olsun ama salt onunla olsun istersin. Hiçbir şey, hiç kimse dolduramaz adadaki üç dileği, dünyanın karanlık boşluğunu… Sadece belki masum bir çocuk sesi, yaşamın güzelliğini anımsatabilir ruhun puslu atlasına.
Birbirini çok seven iki insan, ne kadar tartışırsa tartışsın, ne kadar ayrılmak istese de bir taraf, her ayrılık girişimi sevdiğine inanma umuduyla sona erer sonunda. Ve zaman durmaksızın akar. Bir bakmışsın ki yıllar geçmiş, ama sen aynı yerdesin. İlişkiler, aynı sorunların döngüsü içinde durmaksızın zamanla birlikte, kendini tekrar edip durur sadece. Bu döngü içerisinde sorunlarla birlikte, sevdiğin insanı ya olduğu gibi kabul edip, aynı yaşam çizginde birliktelik yoluna girilir sonunda ya da ayrılmaya karar veren kişi, spiral yolun kendini tekrar eden kaderine makas vurup, kan revan içinde uzaklaşmaya çalışır. Oysa ne kalan uzaklaşabilir bu spiral çıkmaz yoldan, ne de gitmeye çalışan. Ve sorgularsın bu noktada gitmek isteyen mi bitirmiştir bu ilişkiyi, yoksa kalan mı? Peki ya çevreye ne demeli? Hani o herkes hakkında, her daim belli bir fikre sahip insan kitlesi: Ailemiz, arkadaşlarımız, dostlarımız, komşularımız, akrabalarımız… İki yürek birbirini sevmeye görsün. Bu kitlelerin mutlaka ilişkileri konusunda hep bir fikirleri, hisleri hatta eylemleri vardır. Aile başta bir şey demese de, en ufak bir olayda müdahale eder. Arkadaşların, dostların muhakkak bir fikri, hissi vardır. Komşular, akrabalar sürekli bir yargıç edasıyla arkadan söylenip dururlar. Hatta bir yerde gördüklerinde hemen aileye yetiştirirler ki, aman başlarına bir hal gelmesin bu çocukların derler. Kendilerinden daha beter bir olay, birbirini sevenlerin başlarına gelecekmiş gibi!
Türkiye’de reşit olma yaşı on sekizdir. Ama baktığın zaman, birey sevdiği birini bulup bir yandan onu tanımaya çalışırken, diğer yandan kendi ruhunu durmaksızın keşfederken, üstüne çevreye hesap verirken, evleninceye kadar reşit gözüyle bakılmaz aslında insana. Tek bir imza reşitliğini, bekâretini, namusunu onaylar adeta. Tuhaf reşitliğe gelinceye kadar insana verilmeyen değeri, sokak ortasında vurulan düşünceleri, hapislerde çürütülen benlikleri, işkenceleri, toplu katliamları, yakılan köyleri, ormanları, zoraki göçleri, yüzyıllardır bu topraklarda bitirilmek istenmeyen savaşları sorgulamak gerekir önce. Ama basit görünen reşitlik, ilişki, evlilik kavramaları bile bir toplumun çürümüşlüğünü göstermeye yetebiliyor ne yazık ki!
Köyü yakılan çiftçinin, yıkılan inancı gibi kendinle mücadele ederken yürekle baş edemeyince, ruhunu neşterle kanırtıp, acıdan kıvrandıkça, sevgiyi anlamayan ölüm çığırtkanlarına karşı, kınından çıkartıp bıçak sırtı sözcükleri, sarp kayalıklardan aşağı savurursun bir an’da. Canından çok sevdiğin, dişinle tırnağınla adeta kazıyarak bugünlere getirdiğin aşkı, kendi ellerinle öldürebilir misin? Yoksa aşk çoktan ölmüştür de, ölen yavrusunun cesedini gömdürmek istemeyen bir annenin feryadı olabilir mi yüreğindeki? Yürek nasıl dayanır ki böyle acılara. Dünyaya bir yaşam kat, emeğinle büyüt, okut gün gelsin askere gitsin, dağlara sürsünler canını, hiç bilmediği, anlamlandıramadığı bir savaşın ortasında vurulup gitsin. Bereketli topraklarında vatanının, daha on beşinde kınalı kuzuyken evlendirsinler seni, ne olduğunu anlamadan hamile kalıp, ilk aşkı doğum esnasında yaşa, çocuğuna, canına sarıl, yaşadığınız onca eziyete, zulme karşı oğlun, yiğidin vursun kendini dağlara, vurulsun. Olacak şey midir bu beyler, ağalar? Nasıl versin bu analar çocuklarını toprağa? Kendi canından yarattığın aşkını, kendi ellerinle nasıl gömersin toprağa? Kim bilebilir toprağın kıymetini? Kim verebilir faili meçhul cinayetlerin hesabını? Yok edilen Aşk’ın hesabını kim verebilir? Oysa hiçbir cinayet faili meçhul değildir, aşkı yok eden aleni bellidir. Üç maymunu oynamaktır herkesin işi. Görmedim, duymadım, bilmiyorum! Bu kadar basittir yaşamın işvesi. Yaşa gitsin işte, çocuğum da âşıkmış ne olacak gelir geçer. Çocuğum vurulmuş, acım büyük, yerine yenisi gelir hele bir büyüsün de! Vatan sağ olsun! Aşk var olsun. Peh! Aşk mı vurulmuş? Eskiden, bizim zamanımızda aşk mı vardı be?! Oğlum daha seni ne kızlar sever. Yatağına kadın, çocuğuna ana, evine bekçi olsun yeter! Ah deme dağdaki evladım gitti, yanmasın başka analar! Sus be kadın daha çok sürecek bu savaşlar! Savaş, kanlı elleriyle nice aşkı öldürecek daha.
Hayat, bir çay bahçesinde oturup, birkaç saat konuşmayla çözülebilseydi keşke. Ama o zaman da her şeyin bu kadar basit ve sıkıcı olmasından dert yanardık. Hâlbuki bizim gibi insanlar yani sanki yolunu şaşırmışta yanlışlıkla bu dünyaya geldiğine inananlar için önemli olan, zoru başarabilmek, mücadele etmek, sıkıntıları çözülebilir hale getirebilmek, sorunları çözebilmenin keyfini yaşayabilmekti. O aylarca hatta yıllarca süren sorunları çözer çözmez yaşanan anlık keyif sonrası da mutlaka kendimize yeni bir çıkmaz yol buluruz. Bizlere ‘Psişik Mazoşist’ tanısı konulabilirdi, ideolojik sınıfsal çevrelerde ya da ruh hastalıkları hastanelerinin demirli pencerelerinde.
Aşk mı katil olan ya da vurulan yoksa savaşın kendisi mi aşk? Öyleyse aşk zamanı gelince kendi kendini yok eden ‘C - 4’ tipi bir bomba mıdır? Âşık, bir intihar eylemcisi midir, bile bile benliğinden, ruhuna mı sarar, ne zaman patlayacağını bazen kestiremediği aşkı? Hiç beklemediği bir an da, daha vakti gelmemişken bomba patlar. Hâlbuki aşk ile bir olmalı, sevdiğin adamla. Bedenini liğme liğme parçalara ayıran aşk, sevdiğinle tek beden de havaya uçurmalı coşkuyla.
Aşk böyle bir şeydi işte. Ne kadar klasik bir cümle. Klasik ama bir o kadar da kesin yargılarla kanıtlanmış bir doğruluğa sahipti. Ne tuhaf oysa hep doğru nedir, yanlış ne, kime göre doğru veya yanlış diye sorarken insanlara, aşkın kesin doğrularından söz etmekte çelişkili bir yargı aslında.
Sessiz, kanlı elleriyle aşkı yüreğine gömerken hayat, yeşil, kırmızı, sarı renkleriyle Kürd-î Hicazkâr makamında ağıt yakar…
Nihâl Küçükdönmez
27 – 28 Kasım 2011
02.00
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder