KÜRD-İ HİCAZKÂR

30 Kasım 2011 Çarşamba

Savaşa karşı durmak için; tank, silah, bombaların ortasında kalmış, kırılgan bir öfkeyle taş atan çocuklar gibiydi şimdi aşk.


Kentin bütün ışıkları aynıydı. Pencereden sahile uzanan yolun tüm ışıkları gece gündüz aynı. Sadece pencereden görünen perspektif değil elbet, bu şehr-i derya’nın hatta ve hatta yüzyıllardır süren savaşlarla belirlenmiş sınırlarla çevrili vatanın ışıkları aynı renkti. Hah! Sınırları aşmıştı bu renk cümbüşü, özgürlük çığlığı atan renkler dünyanın her yerindeki trafik lambalarının aynısıydı. Rengin yasak olduğu görülmüş şey mi? Ama yasaktı işte: Yeşil, Kırmızı, Sarı

Tüm dünya, milyarlarca insan, gece gündüz bu renklerle yollarını tayin ediyorlar. Üç renk bir araya gelirse yasak bu vatan da; hem de sürekli kullandıkları halde. Devletin sağladığı toplu taşımalar, taksiler, özel araçlar, yayalar trafik lambalarından yansıyan bu renklerin yönlendirmesiyle hareket ederken, bu renklerle işlenmiş iğne oyalı bir yemeni fular yapıp çıkamazsın sokağa.


İnsanın yüreği hele bir kez sorgulamaya görsün kendi yaşamını. Hiçbir gözaltında yaşanan sorgulara benzemez bu işkence. Ne falaka vardır, ne Filistin askısı görünürde. Ama insan ruhunu falakaya çeker durur, kalbin sıkışıp kalır bir Filistin askısında.


Bazen insan o kadar yalnız hisseder ki kendini, o kadar çaresiz; bir an dersin dünya dursa. Herkes bilinmez bambaşka bir hayata yol almıştır da sanki sen bu koskoca dünyada yapayalnız kalmışsındır. İçini kemiren boşluğu hiçbir şey dolduramaz. Hani bir adaya düşsen yanına alacağın üç şeyi düşünürsün ya, işte böyle durumlarda sadece sevdiğini istersin yanında. Sadece o olsun yeter. Hayatta kalmanın yegâne besini, şifası, huzurudur aşk. Varsın acı olsun ama salt onunla olsun istersin. Hiçbir şey, hiç kimse dolduramaz adadaki üç dileği, dünyanın karanlık boşluğunu… Sadece belki masum bir çocuk sesi, yaşamın güzelliğini anımsatabilir ruhun puslu atlasına.


Birbirini çok seven iki insan, ne kadar tartışırsa tartışsın, ne kadar ayrılmak istese de bir taraf, her ayrılık girişimi sevdiğine inanma umuduyla sona erer sonunda. Ve zaman durmaksızın akar. Bir bakmışsın ki yıllar geçmiş, ama sen aynı yerdesin. İlişkiler, aynı sorunların döngüsü içinde durmaksızın zamanla birlikte, kendini tekrar edip durur sadece. Bu döngü içerisinde sorunlarla birlikte, sevdiğin insanı ya olduğu gibi kabul edip, aynı yaşam çizginde birliktelik yoluna girilir sonunda ya da ayrılmaya karar veren kişi, spiral yolun kendini tekrar eden kaderine makas vurup, kan revan içinde uzaklaşmaya çalışır. Oysa ne kalan uzaklaşabilir bu spiral çıkmaz yoldan, ne de gitmeye çalışan. Ve sorgularsın bu noktada gitmek isteyen mi bitirmiştir bu ilişkiyi, yoksa kalan mı? Peki ya çevreye ne demeli? Hani o herkes hakkında, her daim belli bir fikre sahip insan kitlesi: Ailemiz, arkadaşlarımız, dostlarımız, komşularımız, akrabalarımız… İki yürek birbirini sevmeye görsün. Bu kitlelerin mutlaka ilişkileri konusunda hep bir fikirleri, hisleri hatta eylemleri vardır. Aile başta bir şey demese de, en ufak bir olayda müdahale eder. Arkadaşların, dostların muhakkak bir fikri, hissi vardır. Komşular, akrabalar sürekli bir yargıç edasıyla arkadan söylenip dururlar. Hatta bir yerde gördüklerinde hemen aileye yetiştirirler ki, aman başlarına bir hal gelmesin bu çocukların derler. Kendilerinden daha beter bir olay, birbirini sevenlerin başlarına gelecekmiş gibi!


Türkiye’de reşit olma yaşı on sekizdir. Ama baktığın zaman, birey sevdiği birini bulup bir yandan onu tanımaya çalışırken, diğer yandan kendi ruhunu durmaksızın keşfederken, üstüne çevreye hesap verirken, evleninceye kadar reşit gözüyle bakılmaz aslında insana. Tek bir imza reşitliğini, bekâretini, namusunu onaylar adeta. Tuhaf reşitliğe gelinceye kadar insana verilmeyen değeri, sokak ortasında vurulan düşünceleri, hapislerde çürütülen benlikleri, işkenceleri, toplu katliamları, yakılan köyleri, ormanları, zoraki göçleri, yüzyıllardır bu topraklarda bitirilmek istenmeyen savaşları sorgulamak gerekir önce. Ama basit görünen reşitlik, ilişki, evlilik kavramaları bile bir toplumun çürümüşlüğünü göstermeye yetebiliyor ne yazık ki!


Köyü yakılan çiftçinin, yıkılan inancı gibi kendinle mücadele ederken yürekle baş edemeyince, ruhunu neşterle kanırtıp, acıdan kıvrandıkça, sevgiyi anlamayan ölüm çığırtkanlarına karşı, kınından çıkartıp bıçak sırtı sözcükleri, sarp kayalıklardan aşağı savurursun bir an’da. Canından çok sevdiğin, dişinle tırnağınla adeta kazıyarak bugünlere getirdiğin aşkı, kendi ellerinle öldürebilir misin? Yoksa aşk çoktan ölmüştür de, ölen yavrusunun cesedini gömdürmek istemeyen bir annenin feryadı olabilir mi yüreğindeki? Yürek nasıl dayanır ki böyle acılara. Dünyaya bir yaşam kat, emeğinle büyüt, okut gün gelsin askere gitsin, dağlara sürsünler canını, hiç bilmediği, anlamlandıramadığı bir savaşın ortasında vurulup gitsin. Bereketli topraklarında vatanının, daha on beşinde kınalı kuzuyken evlendirsinler seni, ne olduğunu anlamadan hamile kalıp, ilk aşkı doğum esnasında yaşa, çocuğuna, canına sarıl, yaşadığınız onca eziyete, zulme karşı oğlun, yiğidin vursun kendini dağlara, vurulsun. Olacak şey midir bu beyler, ağalar? Nasıl versin bu analar çocuklarını toprağa? Kendi canından yarattığın aşkını, kendi ellerinle nasıl gömersin toprağa? Kim bilebilir toprağın kıymetini? Kim verebilir faili meçhul cinayetlerin hesabını? Yok edilen Aşk’ın hesabını kim verebilir? Oysa hiçbir cinayet faili meçhul değildir, aşkı yok eden aleni bellidir. Üç maymunu oynamaktır herkesin işi. Görmedim, duymadım, bilmiyorum! Bu kadar basittir yaşamın işvesi. Yaşa gitsin işte, çocuğum da âşıkmış ne olacak gelir geçer. Çocuğum vurulmuş, acım büyük, yerine yenisi gelir hele bir büyüsün de! Vatan sağ olsun! Aşk var olsun. Peh! Aşk mı vurulmuş? Eskiden, bizim zamanımızda aşk mı vardı be?! Oğlum daha seni ne kızlar sever. Yatağına kadın, çocuğuna ana, evine bekçi olsun yeter! Ah deme dağdaki evladım gitti, yanmasın başka analar! Sus be kadın daha çok sürecek bu savaşlar! Savaş, kanlı elleriyle nice aşkı öldürecek daha.


Hayat, bir çay bahçesinde oturup, birkaç saat konuşmayla çözülebilseydi keşke. Ama o zaman da her şeyin bu kadar basit ve sıkıcı olmasından dert yanardık. Hâlbuki bizim gibi insanlar yani sanki yolunu şaşırmışta yanlışlıkla bu dünyaya geldiğine inananlar için önemli olan, zoru başarabilmek, mücadele etmek, sıkıntıları çözülebilir hale getirebilmek, sorunları çözebilmenin keyfini yaşayabilmekti. O aylarca hatta yıllarca süren sorunları çözer çözmez yaşanan anlık keyif sonrası da mutlaka kendimize yeni bir çıkmaz yol buluruz. Bizlere ‘Psişik Mazoşist’ tanısı konulabilirdi, ideolojik sınıfsal çevrelerde ya da ruh hastalıkları hastanelerinin demirli pencerelerinde.


Aşk mı katil olan ya da vurulan yoksa savaşın kendisi mi aşk? Öyleyse aşk zamanı gelince kendi kendini yok eden ‘C - 4’ tipi bir bomba mıdır? Âşık, bir intihar eylemcisi midir, bile bile benliğinden, ruhuna mı sarar, ne zaman patlayacağını bazen kestiremediği aşkı? Hiç beklemediği bir an da, daha vakti gelmemişken bomba patlar. Hâlbuki aşk ile bir olmalı, sevdiğin adamla. Bedenini liğme liğme parçalara ayıran aşk, sevdiğinle tek beden de havaya uçurmalı coşkuyla.


Aşk böyle bir şeydi işte. Ne kadar klasik bir cümle. Klasik ama bir o kadar da kesin yargılarla kanıtlanmış bir doğruluğa sahipti. Ne tuhaf oysa hep doğru nedir, yanlış ne, kime göre doğru veya yanlış diye sorarken insanlara, aşkın kesin doğrularından söz etmekte çelişkili bir yargı aslında.


Sessiz, kanlı elleriyle aşkı yüreğine gömerken hayat, yeşil, kırmızı, sarı renkleriyle Kürd-î Hicazkâr makamında ağıt yakar…


Nihâl Küçükdönmez

27 – 28 Kasım 2011
02.00

22 Temmuz 2011 Cuma

"İnsan" dediğin böbürlenip büyüklenmemeli. Durduğu yeri bilmeli. Dün geçmiştir ama ders alabilmeli. Gelecek yaşanmamıştır ama sezebilmeli. Asıl AN'da kalabilmeli. Doğumu bir damla sudandır; ölümü bir avuç topraktandır diye de kendini küçümsememeli. İçtenlikle, sevgiyle yaşarken; bir damla sudan bir avuç toprağa vardıran Yaradana, şükretmesini bilmeli...
Nihal'K'


12 Temmuz 2011

23 Haziran 2011 Perşembe

Pinokyo, günümüz insanından çok daha dürüsttü. Yalan söylediğinde burnu uzuyordu...

Nihal Küçükdönmez
08/06/2011

15 Haziran 2011 Çarşamba

herkes kendi dünyasında yaşıyor işte, bu yüzden de anlayış azalıyor... ruhum öylesine paramparça ki artık kırılacak bir yanı kalmadı... hüzünlerim de an oldu. yüreğimi kırılmadan, kabul ederek yaşatmaya çalışıyorum şimdi...
Nihal'K' / An...

13.06. 2011 / Pazartesi

sûreler

5 Haziran 2011 Pazar

* Allah cümlemizi korusun. (S'öz'cük Sûresi)
 
* Yârabbi öykü-nen'lerin Şi'i'r-ret-inden bizleri koru
   (Şi'i'r-ret- Sûresi)


* artık zirvelerin, kalıtımsal dibindeyim... (Kalıtım Sûresi)

 Nihal'K'
05 Haziran 2011 Pazar

4 Haziran 2011 Cumartesi

söz eyleme dönüştüğünde anlam kazanır...


Nihal'K'
kalb-im- değmez insan"a, dar'alma' "O"nu...


Nihal'K'
*tanımadan sevdi bu yürek seni
sen bir serseri
bense aşık bir deli
ah be çocuk bulman gerek kendini
bilmen gerek ne istediğini
okyanusun sonsuzluğuna akmak için
yürek gerekli adam gibi...*

Nihal'K'
08.04.2011
ölümün olmadığına inanırdım... sonra ölümü gördüm... gördüğüm bir hayâldi oysa. görünen an'da hayâl... düş'eyazdım sen'de düş'tüm rüyalardan uyandım. 'Dost' sandığını açtım, ne sen var ne de ben; aynanın yansımasından bilindi özün "im"gesel belleği...


Nihal'K'
10 Nisan 2011
K'alp'ten sevmeyeni ne etsin bu can

dîn'i Âşk olanın niyeti helâl
Can yanmadıkça, neylesin Canan
Âşk'a ermeyen yürek
hüzzam makamında üryan...
Nihal-K-
17 Nisan 2011
başkalarının yalanını görüyorsun ya şükret Tanrı'ya... -göremeseydim yüreklerdeki Şeytanı nasıl inanırdım Tanrı'nın varlığına?- önemli olan insanın kendine yalan söylememesi, en çok canımı yakan insanın beni aldatması değil, beni aldattığını sanırken kendini kandırmasıdır!...


Nihal'K'
Nisan 2011
Âşk'ın sureti; bahtsız bedevî...


24 Nisan 2011
susuyorum ahiret'e kadar, duymak için kalbe inen sesi...


26 Nisan 2011
hayat semâ eder her an sevgiyle, yüzünü çevir'sen' şems'e...

27 Mayıs 2011
*her kurbağa prens olmaz, prensesi öpünce

ruhundan öperse döner prens'e...*
Sözcükler önce anlamını yitirdi
ardından da benliğini...
Bir susmanın içinde
arıyorum gerçekliği...
Hayatın düşsel oyunu içinde
bir mum gibi eritirken kendimi
kalan ışığı oluyor
mutlak sevgi'nin...

Nihal'K'
03.10.2006

TAVLA

NE DÜŞLER KURDUM SALLADIM ZARI
TOPLAMAYI BEKLERKEN PULLARI
DÜŞEŞ TEĞET GEÇTİ HAYATI
AVUCUMDA ZARI YIRTIK
HEPYEK KALDI...

Nihal'K'
03.12.2006

EBRULİ

ÇEMBERİ TEĞET GEÇTİM FELEĞİN ÇARKI KIRILDI
KIRIK BİR EZGİ, YARIM ŞİİRLERDE
ARANDI UMUDUN RENGİ
KADER BANA YALNIZ BİR EBRULÎ...

Nihal'K'
26.05.2006
Aşk biraz zıtlıkların bileşkesi, Kalp atımı, ruh birliği, yürek dili, ses-s-izliğin sesidir... Dalında bir gülü koklarken gül olmak, kırda yürürken yanındaki papatyalarla yol olmaktır. Aşk yaradandan ötürü yaraya yâr olmaktır...

Nihal'K'
05 Mayıs 2011
*

Sessizce, sükunetle, huzurla büyüsün cenin

geçerek gün'ahı-kâr eyleyelim
Biz olsun "Senim"e varsın yürekler
'HİÇ' sandığı'nın AŞK-ı yokluğun varlığında
aldırmadan aldanmadan yaşayalım sonsuzlukta...


*
Nihal'K'
05 Mayıs 2011
*
sağanak oldun uykusuz gecemden sabaha

umudun renginde açtım döndüm bahara
Gözlerindeki cennet-i âlâ'da saçlarıma takıp papatya,
'bir'likte toplayıp çilekleri, seher yelinin tan kızılında
hüzünden huzura yağalım gül ağacının altında...

*
Nihal'K'

06.05.2011 Cuma
Sevdiğinin bir başkasıyla mutlu olduğunu görmekten daha acı bir şey daha var: Sevdiğinin seninle mutsuz olduğunu görmek.

Marquez

"Sevdiğimi bir başkasıyla mutlu görmek acı vermez, aksine çok mutlu eder. Sevdiğimi bir başkasına duyumsadıkları yüzünden acı çektiğini bilmek asıl acı olan... Ruhum O'na akarken, O başkasına acı içinde yağdığında yürek yanar..."
Nihal'K'
düş içinde bir düş yaşananlar...
istersen düş olmaz,
bilirsen düşte kaldığını...

Nihal KÜÇÜKDÖNMEZ


25 Mayıs 2011
"Âşık olmak ateşte sonsuz yanıştır... Yandıkça pişer, piştikçe kül olur, küllerinden yeniden doğar, her doğuşta katbekat artan bir yangınla kavrulursun...


04. Haziran 2011 Cumartesi
22:00
"Kim" olduğunu bilmek için ruhuna, "nasıl" olduğunu görmek için gözlerime bak...gerisi teferruat...


03 Haziran 2011 - Cuma

O AN;

3 Mart 2011 Perşembe

O'nun NUR'uyla BİR olursunuz... "O" her AN sizinledir. Ama insanlar içine daldıkları oyunun girdabından özü kaçırırlar... Farkındalığına biraz olsun ulaşmış ruhlar ise, bu dünyanın nasıl yaratıldığını, zihnin nasıl yarattığını yavaş yavaş görmeye başlar. Ve her an gördüğü her yaratıya şükreder, bu içten doğan bir oluştur... Yaşıyorcasına görülen bir rüyadan uyanıp, işe hazırlanırken zihin düşünmeye başlar: (şu an'ın rüya olmadığı, gerçekteyken şu an'da uykuya dalmadığım ne malum?) Banyoya gider aynaya bakarsınız, gözlerinizin aynadaki yansımasını izlersiniz. Su yüzünüzü aydınlatırken, ruhunuzu arındırırsınız... Mutfağa geçer, çay için su ısıtırken, pencereden Tanrının sizin için çizdiği tabloyu seyredalarsınız; havanın en puslu - sisli halinde bile, gökyüzündeki sonsuzluğun, siluet halindeki denizle birleşimini izlersiniz. Adaların şahitliğine ortak olduğunuz için, şükredersiniz. Çayınızı usulca yudumlarken, zamanı durdurur, hazırlanıp evden çıkarken bir gün doğumunu daha yaşattığı için yürekten şükredersiniz... Hızlı adımlarla ama sakince durağa geçerken gökyüzüyle, denizin sessiz birleşimine bir kez daha göz kırpar, gökyüzündeki martıya gülümseyip, yanınızda size her sabah eşlik eden bir sokak köpeğini seversiniz. İşe gelir, bir yandan günlük, sıradan, sıkıcı işler içinde farkındalığınızı korurken, diğer yandan AN'ı yaratarak O'ndan ruha yansıyanı "İNSAN'lara eliniz yazabildiğince, ALLAH'ın, TANRI'nın izin verdiğince sözcüklere yansıtır, Varlığındaki Yokluğunuza şükredersiniz...

Son-uç'ta herkes kendi dünyasından gördüğü Tanrı inancıyla yaşar... Bazıları Matrix'e inanır, bir başkası başka bir dünyada cehennem ve cennet olduğunu tassavvur eder, bir diğeri gördüklerinin kendi zihinsel yaratımları olduğuna inanır bir başkası zihnin ötesindeki yaratımları görür, hisseder, kabullenir, evrensel birliğin bir zerresi olduğunu bilir. Varlıktaki Yoklukta yol alır, hüzünleri ve sevinçleriyle... Bazısı ise Allah yok der, bigbang var der... Kısacası herkes kendi dünyasındaki inancını yaşar... Burda önemli olan herkesin birbirini olduğu gibi kabul edebilmesidir. Çünkü hepimiz ayrı ayrı görüntüler de ve görünürdeki inançlarda salt O'nun tekliğindeki "BİR"liğin suretiyiz...


Nihal Küçükdönmez
03.03.2011 Perşembe

23 Şubat 2011 Çarşamba

AŞK ile Aşkın'lığı karıştırmamak gerekir.  İnsanın salt kendine aşkı, bir süre sonra çevresindeki her şeyi küçümsemesine hatta aşağılamasına sebep olur. Bu durumda Tanrı'dan uzaklaşır. Oysa Özden AŞK'da karşılık beklemeden duyumsanacak sev-g-i vardır. Paylaşım, emek, güven vardır... Bir çiçeği koklarsınız mmmiiss Aşk çiçektir kokusuyla, görüntüsüyle hatta dikeniyle. Bir çocuk görürsünüz başını okşarsınız, şefkat vardır, AŞK vardır! Birisini görürsünüz, içinizden içiniz gider, kalbiniz hızlanır, durmadan öpüşmek istersiniz, sevişmek, hayatı solumak... Kendinizin aynasıdır. AŞK'tır... Sırlarınızı, hüznü, mutluluğu paylaşırsınız, Dost'tur; AŞK'tır! Salt kendine Aşık olan egoizmi aşamamış bir ruhtur sadece...


Nihal'K'
15/02/2011

6 Ocak 2011 Perşembe

Zorlukları karşılamanın iki yolu vardır; ya zorlukları değiştirirsiniz, ya da zorlukları çözmek için kendinizi... Phyllis Bottome


Üçüncü yolu da; her şeyi akışına bırakır yaşamaya devam edersiniz... Bir an'da zorlukların yok olduğunu görünce de şaşkınlıktan küçük dilinizi yutar, çok konuşmaz olursunuz... Herkes sizi deli sanmaya başlar (ahanda bir zorluk daha), bu sefer anlatmaya çalışırsınız, anlaşılmadıkça, debelenir durursunuz sonra bir an'da yine aklınıza gelir; herkesin kendince bir dünyası olduğunu görür, dünyalarındaki düşüncelere saygı duyar, yolunuza devam edersiniz, herkes sizi olduğunuz gibi kabul eder (a aaaa akışında yine zorluk çözüldü mü ne?)
Kısaca hocam, bence ne zorluklar değişir ne de kişilikler. Sadece zamanın akışında, hayatın farkındalığında zorlukları özgür bırakıp, soluklanarak yaşayıp gideriz. İçine umut katılmış sınırsız bir AŞK ile...



06.01.2011 Perşembe

ihtiyaç duyulma isteği, vazgeçilmez olmak, bağımlılık egonun vazgeçilmezleri... hiç kimse senin egonu sana bağlanarak ve seni kendine bağımlı kılarak yok edemez. aksine bu durum her iki tarafında egosunu şişirmekten öteye geçmez. bu alışkanlığa dönüşür bir süre sonra ve siz şehvetin alışkanlığında sadece aşk yaşadığınızı sanırsınız... Oysa Öz'den AŞK'ta ego yoktur. aksine tüm gururunuzu, ihtirasları, şehveti, bağımlılığı, vazgeçilmez olma ve ihtiyaç duyulma isteklerini bertaraf eder, yıkar... "SEN" diye bir şey kalmaz ortada. Tümceler "BEN"i bilmez. "BİZ"le başlayan serüven, "SEN"im e ulaşır... AŞK her şeyde ve her yerdedir... Kainatın zerresinde hiç'likle yol alırken, sev-g-inin hücrelerinde "VAR"lıkla yıkanmaktır...

Nihal Küçükdönmez
05.01.2011 Çarşamba