kusurunu aleni ortaya koyup da dalga geçenlere ne diye sitem, üstelik varlık ne yokluk ne diye sorarken? başka bir soru o zaman kime göre hangi kusur, herkes kendi yarattığı dünyada yaşarken? kusurları dert etme, bırak kusur'at'ları üstü kalsın... senim...
Nihal'K'
24/12/2010 - Cuma
23:00
Aşk her şeyde ve her yerdedir. Ancak herkes göremez daha doğrusu görmek istemez. Ruhu gören bedene bakmaz. Ruhu görmeyen sadece uykusundaki görüntüye aldanır. Bedeni beğenebilir, hoşlanır, cinsel çekim hissedebilir, sevişeblir ama ruhu görmediği sürece bu sadece şevk'tir, ihtirastır... AŞK yürekten yanıştır... Sadece bir insana değil, hayatın içinde olan her şeye karşı bir yanış...
Nihal Küçükdönmez
24.12.2010 - Cuma
Nihal Küçükdönmez
24.12.2010 - Cuma
ne kadar _?_
19 Aralık 2010 Pazar
mistik: ruhun özü kadar
romantik: yüreğin gizi kadar
akustik: notaların ezgisi kadar
kaotik: hücrelerin bölünmesi kadar
analitik: yargıların yıkımı kadar...
Nihal KÜÇÜKDÖNMEZ
16.12.2010 - Perşembe
Bilinip de Unutulan
Her şeyin bir sebebi ve sonucu vardır... Birisini seversin özden; hatalarıyla, doğrularıyla, sevabı, günahlarıyla... Öncelikle sevdiğin insanı sevmene sebep olan, karşılaşmanızı sağlayan Allah'a şükredersin... Aslında sevdiğinin suretinde, ruhunda, yüreğinde Tanrı'yı bulursun... Ama yine de bilirsin karşındaki aynı zamanda bir kul'dur. Kendin gibi... Hataları da vardır söylersin... Ama sevgin hatalarına rağmen değildir, hatalarıyla da bir'dir! Eğer sevgi'de ayırım varsa iç'ten değildir... Herkesin kendine göre doğruları, yanlışları, inançları ve bir dünyaları vardır. Ama öz de sevgi birdir. Son-uç'ta Allah'ın huzuruna giden yollar çeşitlidir. Önemli olan sevgiyle, dostlukla, aşk'la yolları kesişenler hep aynı düzlem de gitmeyeceklerini bilerek, birbirlerinin yollarına paralel kurarak, birbirlerini oldukları gibi kabul ederek, birbirlerindeki hataları söylerken, benzer yollardan geçebileceklerini görerek, yapılan hataları düzeltmek için gayret ederek, gayret sırasında sevdiğinin yanında olarak, kulun suretinden Tanrı'nın nuruna, sevgisine erebilmektir. İnsani, ruhsal, yürekten Tanrı'ya ulaşan sevgim, K'alp atımı kifayetsizliğindeki sözcüklerimle böyle diyebilirim son-uç'ta...
Nihal KÜÇÜKDÖNMEZ 18/11/2010 - Perşembe
ÖZ
Gidenler sadece bu yaşamdan göçenler değildir. Yaşayanların açtığı yaralarda kapanır elbet ama izi kalır. İşte bu izler bizi hayat karşısında anlamlı, farkındalıklı kılar aslında. Beni bugüne getiren; "dost sandıklarımın" içinin boş olduğunu görmem sayesinde oldu. Bu yüzden onlara çok borçluyum! Önceleri yıkıldım, paramparça oldum, güvendiğim, değer verdiğim, sevdiğim (sevgilin, eşin, arkadaşın, "dost"un, ailenden biri) insan bana nasıl böyle davranırdı? Sorguladım, o kadar gözyaşı döktüm ki akıtacak yaşım kalmadı bencilce "Dost'luk adına ben boşuna çaba harcamışım düşüncelerinde en dibe vurdum ardından uyandım; insanız hepimiz çiğ süt emmişiz, herkesin kendi içinde bir dünyası var bu küçücük hümayun-u dünya içinde.
Her şey zıtlıkların "bir"liğinden doğar." her iyiliğin içinde bir kötülük, her kötülüğün içinde bir iyilik vardır" tabiri bundandır. Hangimizin aklından kötü bir şey geçmediğini söyleyebiliriz ki... Ama özünde hepimiz iyi olmayı isteriz. Peki, kime göre iyi kime göre kötü? Benim iyi diye düşündüğüm bir şey bir başkası için pekâlâ kötü olabilir... Bu o insanın kötü olduğu anlamına gelmez sadece zıtlıkların birliğini görmede yatıyor gerçek... Bir şey yapıyorsam, birini seviyorsam, birine âşıksam, birini dost bellemişsem bu benim tercihimdir. O istediği sürece (o da bunları tercih etmişse) ben tüm yüreğimle, ruhumla, benliğimle, varlığımla yanında olmaya çalışırım. Ama onun aynı şekilde bana bakmasını bekleyemem o zaman yaptıklarımın, yüreğimle, ruhumla, benliğimle, varlığımla yanında olmamın hiçbir anlamı olmaz. Herkes kendince, kendinden bir parça sunar karşısındakine, elinden geldiğince. Bu bir sözcük de olabilir, bir bakış da. Bazen bu sözcükler ve bakışlar incitir bizi, anlaşılmadığımızı düşünürüz ona bu kadar değer verirken bana niye böyle davranıyor diye sorgularız, hâlbuki onun verebildiği o kadar demek ki... Bundan sonrası yine sana kalıyor sana zarar verdiğini düşünüyorsan hayatından uzaklaştırırsın o zaman bu kişiyi. (bunu öğrenmem ve uygulamam-ki hala çok zorlanırım- çok canımı yaktı, çok kanırttım bu yüreği ama ruhumu çökertecek bir şeye izin vermekle de kendime haksızlık etmiş oluyordum). Kelimelerin kifayetsizliğinde diyorum ki, salt, saf sevgiden, sevi'den vazgeçmeyin. Yüreğinize dönüp bakın. Ruhunuzu dinleyin, dinlendirin. Acaba niye öyle baktı, niye bunları söyledi, niye bana bunu yaptı, şimdi bunu verdi acaba altından ne çıkacak sorgulamaları sadece zihnimizi yoruyor, zihnim o kadar yoruldu ki sürekli resetliyorum ;) zihnin sorgulamalarını en aza (tamamen susturmak Mevlana, Şems; Hayyam, Maharaj gibi insanlara nasip olmuş sanırsam ama onlar bile yaşadıkları olaylar karşısında tam bir zihin ölümünü başarmışlar mıdır bilemem) indirip, her şeyi olduğu gibi ruhuna katıp, hayatın sunduklarını yürekten kabul ettiğimiz an'da kainatın tüm pozitif enerjileri de sizinle birlikte dönüyor en olumsuz, acı, kırgın ya da kızgın anlarınızda dahi yaşamın sundu bu deneyimde bir anlam bulabilseniz, bu sebebin de sonucu vardır elbet deyip sabırla sükut ederseniz O size dibin karanlığındaki hakiki aydınlığı da gösterecektir. Yeter ki inancınızı yitirmeyin. Özünüze ve özünüzdeki O'na olan inancınızı...
Özde hepimiz "bir"iz. Yüreğinin derinliklerindedir bütün sözcükler -hazineler-… Zamanla gerçekten huzuru istersen yapabilirsin. Bunu söylerken ruh gibi havada uçacaksın, dünya umrunda olmayacak, derdin tasan olmayacak, kimseyi takmayacaksın demiyorum, o zaman duyarsız olursun zaten. Elbette ki kırılacaksın, üzüleceksin, kızacaksın ama bütün bu duygularını farkındalığında karşındakinden bir şey beklemeden salt, saf sevginle yapabilirsen kendindeki değişimi göreceksin. Herkesin bir elinden gelen, yüreğinden akan paylaşımı vardır. Birisine ben seni bu kadar severken, saçımı süpürge ederken, sana bunları verirken bana bunu yapamazsın demek anlamsızdır, kendimizi yıpratırız sadece. Kocalar aldatır, sevgililer çekip gider, çocukların her şeye isyankardır, sözünü dinlemez, annen, baban seni anlamaz sen herkesi anlamaya çalışırken, empati kurarken onlar bir kalemde çizerler suretini, paramparça ederler benliğini... bir de üstüne sen dağıtırsın kendini... Ben bunlara bu kadar değer verirken, bir istediğini iki etmezken, her gece mutlu olsun diye adamın koynuna girmişken, beni aldatsın; aman çocuklarım mutlu olsun diye, odalarına kadar yemek taşımışken, hastayken bana bir bardak su bile taşımasın; anam babam için her şeylerine koşarken, yavrum bir derdin var mı diye arayıp sormasın, dost bildiğim kadın en ufak şeyimi kıskansın... Bitmez bunlar, ruhuna gerçekten zarar vereni ne kadar zor olsa da ne kadar acıtsa da yüreğini sonunda çıkarıyorsun hayatından, gidemesen de çıkarırsın; sevgilin, eşin, ailenden biri, dost sandığın farketmez... Ama bi de şu açıdan bakalım; "onun verebildiği o kadar"ken;
1. sen ne kadar paylaşımcısın? (aslında ticari yaklaşımsal ifadeyi -alışverişi- aşıp bu açıdan bakmak doğru bence)
kendini biliyor, farkındalığında eminsen eğer öyleyse;
2. karşındakinden neyin beklentisi içerisindesin? İşte bu en zor aşamadır...
Ama kendini bilir, ruhunu yüreğini okursan zamanla, yüreği güzel insanlarda seni buluyor inanın hatta kötü düşünen kimse sana bir şey yapamıyor... Beklentilere girmeden sev, çünkü sevginin gerçek "aşk"ın beklentisi olmaz. Bu önce kendinize, yüreğinize, ruhunuza, O'na, eşinize, sevgilinize, çocuğunuza, anne-babanıza, dostunuza, kedinize, köpeğinize, çiçeğinize hayata olan "aşk"tır. Emin olun siz beklentisiz olduğunuzda hayat size fazlasını verir. O an'da tek bir kelime bile saçınızı süpürge etmenize değer... Hüzünlerin de, mutlulukların da anı'nı yaşamayı öğrenip, beklentisizce, yaşamın sunduğu her nimeti (acı bir olay da nimettir, kişisel ruhsal gelişimin için bir nimettir, o an'da anlayamazsın ama farkında yaşarsan bunu hissedersin zamanla) şükranla karşılar, yürekten inanıp, şükredersen, tüm canlılar içinde "eşref-i mahlukat- olduğunu bilir yine de kainatın sadece küçücük bir toz zerresi olduğunu görebilirsen, öz sevginin karşılığa gerek olmadığını görürsün. Elinden geleni paylaşabileceğini bilir, hayata, insanlara bu öz sevi ile yaklaşırsan sevinçlerin, derin masmavi bir okyanus, hüzünlerin de cennet bahçelerinden sana umut getiren dingin akan ırmaklar gibi gelecektir...
"AŞK ve DOSTLUKLA" kalın…
Nihal KÜÇÜKDÖNMEZ
Ekim - 2010
Ekim - 2010
(Y)ürüyüş
Gül'İZ' Kerse'ye
Saatin zamanı vuran alarmında (y)ataktan fırlamak yerine, şımarık bir mahmurlukla derin uykuma devam ettim… Çok derindi uykum… Zihin gerçekliğe dönüp, işe gitmek için hazırlanmalısın dese de, ardındaki bir his gerçeklik burası gel benimle diyordu ses-s-izce…
İlk defa kaldığım bir evin keşfi gibi takılmıştım hissin ardından… Mutfağa girip, buzdolabının kapağını açıncaya kadar sürer hep misafirliğim… Evin asıl sahibi ne zaman ben-liği özgür kılıp dolabın buz’unu kalbimde eritirse o zaman anlarım O’da Ev’de benim içimde.
‘Gül -kokularıyla bezenmiş koridorun silik ayak- İZ’imde ruhum arınır… Takip ederim ses-s-iz’-ce (G)iz’i…Us’sal (ç)atışmaların girdabında bölünür k’İm’liğim… k(ALP) dağ’ın’dan, d’üşü-y-üp de parçalanır suretim.
Kirpi-k-lerin titreşiminde uzay’ın’sal boşluğunu düş-l-erim. Uyanışın hüz-n-ünsal şid(d)etinde sızlar, emeklerim(!) Timsah tembelliğinde vardıkça nehre, Lir çalan İlyada’nın ahengiyle güzellenirim… Aynadaki aksi‘M’de gördükçe O’nu, gözlerim parlar, hafiflerim. Hafifledikçe kütlesel hacmin ağırlığında, elinin yumrusu boğar dağın k(ALP) zirvesini. “-atak”lığımın “Panik” halini bilmesem, ruh-sal- devinimi psişik sendromlara yükler-d-im. Oysa günlerdir benliği k(ALP)’lere taşıyan bendeki senin İlah-i sureti…
Güneş (y)aktıkça benliği –eritiyorum- yokluktan yok olan korkunun bedelini. Anı’ların pas(pal) kilidiyle kırıldıkça, özgür’lükte O’na “Var”ıyorum.. “Yok”lukta uzanan köprünün, “Var”lığına erişiyorum… Işık’la(nan) notaların (b)içimsel ezgisinde,(y)ürüyorum ‘SU’-s-suzca, AŞK ile bu sema(h)’da…
Nihal Küçükdönmez
27.08.2010 Cuma
12.30
Çocuk Ruhunda Kanar Yüreğim
Hiç söylenmemiş sözcükleri arıyor zihnim. Oysa boşuna bir çaba! Herkes kendi yapısı kadar yaşamını kurar.Belki de öncelikle, hayatının projesini çizebilmeli insan. Tıpkı bir mühendis gibi. -Gecenin şafağı vurduğu an'da kalemi de, kağıdı da yakmalı.- Yakmalı ki, hiçbir inşaat kurulmasın. Çünkü hayat proje ile çizilemiyor.
Birkaç gündür iyi değilim yine. Gittiğin günün acısı vuruyor zihnime. Uyumak istiyorum süresiz zamanın içinde. Ruhum cayır cayır yanıyor. Benliğim buz gibi.
Bugün bir dost selamını götürdüm. Masanın üzerine bıraktım sessizce. "İnsanların 'Dostluklarına' şahit olmak ne güzel" dedim kendime... Sonra yollara vurdum suretimi. Yüreği 'yalın'ayak bir çocuk çıktı karşıma. "Abla para istemiyorum. karnım aç. Bana yemek alır mısın?" dedi. DEDİ! Caddenin ortasına bir atışı vardı ki kendisini, o anda anladım ölümüne açlığını. "Ayakkabılarına dedim ne oldu?" Mutlaka bugüne kadar bir ayakkabısı olmuştur düşüncesiyle. "Kardeşime verdim" dedi. İşte orada bittim. Sormak aklıma bile gelmedi, "kardeşinin ayakkabılarına ne oldu?" diye. Topallıyordu. Ayağına bir şey mi battı diye sordum. "Cam" dedi. Tüm benliğim bir terasa çıkan odanın camında tuz buz oldu. Parçalandım! Yıllar öncesinde gazino olan, ülkemin en büyük marketlerinden birini göstererek, "burdan terlik alacağım" dedi. Ayakkabılarımdan değil, doğuştan kalça çıkığından ameliyatlı ayaklarımdan utandım.
Sorarım size nedir zenginlik? Para mı? Hiç işim olmadı! Diktiğim ağaçların dışında hiçbir zenginliğim olmadı benim. Nedir ulan zenginlik? Bir tek kişi cevap versin bana. Ah! Yüreğinize dönüp baksanıza... Canım acıyor. Acıdan öte bir şey bu. Kainatı aşıp, atomlara bölünmek gibi bir şey. Toz zerresi kalmak. Anlatamıyorum. Ah be Gülay'ım bu yazının resmi nasıl çizilir? Ben ki kolay kolay sarhoş olmam, -ancak çakırkeyif olurum onun için de içmeme gerek olmaz- iki kutu birayla adam akıllı sarhoş. Hem de adam kim? Akıl nerede? sorularını soracak kadar sarhoş!
Ne diyordum... Hayat proje ile çizilmiyor. Ya da şöyle ifade edeyim; ben resimden de, çizimden de anlamıyan yeteneksizin tekiyim. Acaba iyi olduğum ne var? Sorarım size... İyi ne? Kötü ne? Şimdi ben iyilik mi ettim o çocuğa sanırsınız? Oysa her gün o markete girip, birilerine ayakkabı aldırıyordu kendine. Kendimden utandım. Kasiyer "yarın yine çıplak ayakla burda olacak" diye küçümsediğinde çocuğumu ve ap-bdal- yerine koyduğunda beni; gözlerinin içine bakıp, "keşke İstanbul gibi bir kentte çadırda yaşayan çocuklarımızı bu duruma getiren sistemi yok edebilsek! " diyemediğim için. Hayat proje ile çiziliyor olsaydı gecesini şafaklara çizen Ayhan'ım tam da şu an da benimle sarhoş kalırdı!
Özlemler nasıl anlatılır? Yaşanası bir dünya özlemi. Seni sen yapan adamın özlemi. Projesini çizmeye devam ediyor olsaydı Kırkına basacak olan adamın özlemi nasıl anlatılır? Acının resmini çizebilir misin Gülay? Ben yazmaktan bile acizim... Bu arada diğer özlemlerimi, dost sandıklarımın içinin boşaltılmasını, 'aşk'ın anlamını bilmeden beni bir sözcüğe sığdırmaya kalkanları ve Özümdeki 'Aşk'ı bir adama-ya- duyduğum özlemleri saymıyorum bile...
Ve son noktada soruyorum. İnsanlara niye bu kadar takılıyorum. Derdim ne benim? Nedir benim insanlarla alıp veremediğim? Neyin mücadelesi bu? Anlatmaya çalıştığım Öz'ün ben ne kadar farkındayım? Bilmiyorum ki! Bana hüznün resmini çizebilir misin Gülay? Ansızın Ayhan gibi gittiğimde çözerim belki...
"CAN"ım yanıyor. Beş yaşında bir çocuk babasının yaralarını öpüyor. Üzgünüm acımın bencilliğinde yazıyorum! Ruhum dayanmıyor. Ayhan'ın yanına gitme bencilliğiyle, babasının yerine ölesim geliyor. Ölemiyorum! Bana Araf'ın resmini çizebilir misin Gülay???
Nihal KÜÇÜKDÖNMEZ
13.07.2010 - SALI
KELEBEK
Hep bir kelebek öldüğünde, senin benim için ölüşün gelir aklıma. Yol olursun çıkmazıma...
Hangi yıldı? Ben unuttum kendimi öl-dür-üşümü. Saatlerce konuşmuştum seninle. Ben anlattım, sen dinledin. İsyan ettikçe ben, sessizliğinin çığlığı sardı odamı... Sonra ansızın çıkıverdin karşıma. Hayal görüyor olamazdım, tozlu ve çıplak ampulün bedenine konuşunu. Beni izlemeye koyuldun. Sessizliğini sükunetle koruyordun. Ben durmaksızın konuşuyordum. Aslında bir konuşmadan öte yalvarıştı benim ki. Bir anlamda isyan! Kendi iç sınırlarımda uzun zamandır sinsice, içten içe oyulan krallığın, çöküş an'ı. Kansız bir darbeydi, kendimin kendime yaptığı... Özel karışımlı kimyasal ilaçla yıkıcı darbeyi indirmiştim sonunda. İşte "gece kelebeğim" işte, beni almaya gelmiştin sen de... Nasıl geri çevirebilirdim seni? Tanrım! O ne sancılı coşkuydu, yüreğimdeki! Yatağıma uzandığımda başımda dörtdolanıyordun. Kanadınla elimden tutup, beni uçuracakmışsın gibi hissettim... Evet, abi şimdi daha uzağa koşmalısın, daha uzağa... Hiç uçuramadığımız uçurtmamızı da alıp, cennetin kıyılarına götür beni... Yoksa cehenneme mi gideriz? Öyle ya, sen ateist, bense yaşamını geri iade etmek isteyen bir korkak! Yoksa sandığımdan daha cesur işi mi benim ki? İnsanın kendinden kaçabilmesi mümkün mü kelebeği-m-... Gece-m-, Ay yüzlü abim benim...? Beni almayışına buruk, uykuya dalışımın ardından yeniden odama döndüğümde anladım: İnsan nereye giderse gitsin, kaçamaz kendinden! İşte o an'da farkettim penceremin pervazında masumca yatan gece kelebeğini... Oysa düş gördüğüme inanmaya başlamıştım, beyaz boyalı o soğuk oda da. Yarı kapalı duran gözlerini, bu kez bir kelebek olarak yeniden görünceye kadar... O gece yeniden doğmuştum senin nefesinle. Oysa ben ölümü düşünüyordum. Tanrı geri çevirdi beni. Sen istemedin. Günlerce dolaştım avare avare. "-Ben şimdi nereye sığabilirdim ki?" "-Yüreğine" dedi, içimdeki ses... "-Küçücük bir yüreğe nasıl sığabilirim ki?" "-Sadece sessizce izle. Kendine dön, yüreğine bak, bakışı aş, ruhunu keşfet! Farkındalığının Öz'ünde gerçeği Gör!!!"
"Ayhan Abim, güzelim, bir mendil niye kanar?" çok iyi biliriz... İşte yıllar öncesi evime geldiğin gibi, bir haftadır uçuyordun yanımda. Asma kattaki kapısı olmayan odamdan istediğinde çekip gidebilirdin, arkana dahi bakmadan. Ama sen bu sefer-i- de benim yerime ölüp, bana yaşam katmayı yeğledin.
Teşekkür ederim, görüntüsüz, sessiz gücünle beni saran, kollayan varlığına!!! Temmuz Şenliği'ni yaşayalım şimdi Ağustos'un lanetinden önce... Söyle bakalım yaş-sız- gününde nerde demlenelim?
Nihal KÜÇÜKDÖNMEZ
06.07.2010 / Salı
Sen sustun ya sustu ruhum…
Oysa bir bankanın önünde beklerken beni yeni bir ruhu tanımanın, bir dosta ulaşmanın huzuru vardı kumaşımda… Beni beklerken ne düşünüyordun kim bilir? Neler geçirdin aklından? Hiç bilemedim… Belki de kaçıp gitmek istedin oradan. Kendi kendine söylendin. “Ne yapıyorum ben böyle… Hiç tanımadığım bir hatunu niye bekliyorum ki? Paylaşacak neyim olabilir ki? Kendi halinde bir deli, niye bulaşıyorum ki?” dedin. Belki tam gidecekken aradım seni; “şimdi indim vapurdan, köprüden karşıya geçiyorum” dedim. Oysa senin bir insanı daha tanımaya gücün yoktu belki. Oysa benim de yoktu aslında. Ama ben de bildik deli cesareti…
Bir fincan türk kahvesinde yağdı yüreğin… Yüreklerimizin lisanı, dilimizi köreltti. Sen; yağmurdan ıslanmış bir sincap ürkekliğinde, ben; yağmurun ardındaki toprak kokusunu duymanın şaşkınlığında… Evinin kilidini açtın bana… Yüreğinin kilitlerini kırdın bir an’da. Şarapla yıkadık gündoğumlarına ağaran tanı. Sözcükler şiire dönüştü. “Aşk”larımızı paylaştık… “Dost” bildik suretlerimizi…
Hasta olduğum da kendine bulaşacak diye korkmadan, bi de deli damarıma aldırmadan kahveme yağ eritip de içirdin. Ekmeğini bölüştün, maydanozlu kahvaltılarını, demli çayını paylaştın benimle. Sevgini kattın omletine… Dostluğunu kazıdın yüreğime. Oysa sen beni hiç “dost” bellememişsin. İnsanlara olan güvensizliğinden payıma düşeni aldım. Yüreğine dokundum ellerimle, sözcükler yağdı, ruhundan benliğe. Suretini yazdı “Hak” sessizliğinde. Dilim lal oldu, gözlerim kör kuyularda aydınlığına vardı. Hayat okyanusuna daldım, mürekkep yüklemli uçurumlardan. Yine de hep bir yanın kuşku da kaldı.
Sana yeterince güven veremedim demek ki, hata ben de. Hayatının ortasında dururken, güvensizliğini hissetmek nasıl derin bir yara bilemezsin… “Ben bu kadarını hak etmiyorum. Kimse hak etmez” dediğinde haklıydın. Demek ki sana yeterince yüreğimden dostluk sunamamışım. Daha fazlasını yapabilmeliydim belki de… Ama bağışla. Herkes kendi çapı kadar paylaşabilir. Bitimsiz ve karşılık beklemeksizin yaşarım ben dostluklarımı. Oysa sana ağır geldi böylesi. Ve hiçbir zaman inanamadın sözlerime, eylemlerime. Sonunda da patladın işte tüm suskunluğunla. Yeter artık dedin çık git hayatımdan. Varlığınla ezme yüreğimi, kanmam sana. Oysa anlatamadım yüreğin “CAN”ımın gizi. İnsan canını ezebilir mi? Salt kimliğindeki gururla, güvensizliği silmeni istedim. Bağışla çok ileri gittim.
Gözlerinde okudum suretini. Yüreğinde yıkadım benliğimi. Ruhunda arıttım sevgimi… Can bildim. Dost bildim. Haklısın, hiç sana sormak aklıma gelmedi. Akıl ben de ne gezer ki. Kendi halinde bir deli, hiç dost bellenir mi? Hoşça kal yağmur yüreklim… Sen yine de aklı başında insanlara arada güven emi? Kuşkuyla yaşamak çok ağırmış, bunu da senden öğrendim. Şimdi sorarım sana yüreği berrak dost, senin kattıkların yanında benim yaptıklarım ne ki? Şimdi ben “Aşk”a düştüğümde kimden akıl alcam, kim durduracak bu deli yüreği, kim coşkumdan mutlu olacak? “Dost sandıklarımın” arasına nasıl bırakırım seni, eski bir anıyı üzerimden çıkarıp katlar gibi???
Kendi halinde bir deli...
Nihal KÜÇÜKDÖNMEZ
19.04.2010.Pazartesi
23:20
Bir fincan türk kahvesinde yağdı yüreğin… Yüreklerimizin lisanı, dilimizi köreltti. Sen; yağmurdan ıslanmış bir sincap ürkekliğinde, ben; yağmurun ardındaki toprak kokusunu duymanın şaşkınlığında… Evinin kilidini açtın bana… Yüreğinin kilitlerini kırdın bir an’da. Şarapla yıkadık gündoğumlarına ağaran tanı. Sözcükler şiire dönüştü. “Aşk”larımızı paylaştık… “Dost” bildik suretlerimizi…
Hasta olduğum da kendine bulaşacak diye korkmadan, bi de deli damarıma aldırmadan kahveme yağ eritip de içirdin. Ekmeğini bölüştün, maydanozlu kahvaltılarını, demli çayını paylaştın benimle. Sevgini kattın omletine… Dostluğunu kazıdın yüreğime. Oysa sen beni hiç “dost” bellememişsin. İnsanlara olan güvensizliğinden payıma düşeni aldım. Yüreğine dokundum ellerimle, sözcükler yağdı, ruhundan benliğe. Suretini yazdı “Hak” sessizliğinde. Dilim lal oldu, gözlerim kör kuyularda aydınlığına vardı. Hayat okyanusuna daldım, mürekkep yüklemli uçurumlardan. Yine de hep bir yanın kuşku da kaldı.
Sana yeterince güven veremedim demek ki, hata ben de. Hayatının ortasında dururken, güvensizliğini hissetmek nasıl derin bir yara bilemezsin… “Ben bu kadarını hak etmiyorum. Kimse hak etmez” dediğinde haklıydın. Demek ki sana yeterince yüreğimden dostluk sunamamışım. Daha fazlasını yapabilmeliydim belki de… Ama bağışla. Herkes kendi çapı kadar paylaşabilir. Bitimsiz ve karşılık beklemeksizin yaşarım ben dostluklarımı. Oysa sana ağır geldi böylesi. Ve hiçbir zaman inanamadın sözlerime, eylemlerime. Sonunda da patladın işte tüm suskunluğunla. Yeter artık dedin çık git hayatımdan. Varlığınla ezme yüreğimi, kanmam sana. Oysa anlatamadım yüreğin “CAN”ımın gizi. İnsan canını ezebilir mi? Salt kimliğindeki gururla, güvensizliği silmeni istedim. Bağışla çok ileri gittim.
Gözlerinde okudum suretini. Yüreğinde yıkadım benliğimi. Ruhunda arıttım sevgimi… Can bildim. Dost bildim. Haklısın, hiç sana sormak aklıma gelmedi. Akıl ben de ne gezer ki. Kendi halinde bir deli, hiç dost bellenir mi? Hoşça kal yağmur yüreklim… Sen yine de aklı başında insanlara arada güven emi? Kuşkuyla yaşamak çok ağırmış, bunu da senden öğrendim. Şimdi sorarım sana yüreği berrak dost, senin kattıkların yanında benim yaptıklarım ne ki? Şimdi ben “Aşk”a düştüğümde kimden akıl alcam, kim durduracak bu deli yüreği, kim coşkumdan mutlu olacak? “Dost sandıklarımın” arasına nasıl bırakırım seni, eski bir anıyı üzerimden çıkarıp katlar gibi???
Kendi halinde bir deli...
Nihal KÜÇÜKDÖNMEZ
19.04.2010.Pazartesi
23:20
DENGE
Yaşam bir denge bütünü... Hüzün olmadan mutluluğu bilemezsin. Karamsarlığın kuyusuna düşmeden umudu göremezsin. Hayata geliş amacının herkes farkında olabilseydi, yetinebilirdi dost dergahındaki bir lokma ekmekle. Ruh doymadıktan sonra neye yarar karın tokluğu, beteri yanındaki aç yatarken doyurabilir misin tıkabasa bu fani mideyi? Benlikten geçip Öz'e varmadan Huzura erişemezsin...
İnsan düşlerinin genişliği kadar büyüktür. Düşlerim sınırsız bir okyanus... Hayatımın geri kalanını küçük bir kıyı kasabasında yaşayacağım gün yakındır... Kah aç,tok kah efkarlı, mutlu... Ama olabildiğince farkındalığımda huzurlu... Gelmek isteyen "Can"dan dosta her dem açık olacak deli bir ruhtan köyün kapısı... Bazen kuru bir ekmeğe tamah edeceğiz, bazen sofralarımızı kıskanacak İsa'nın son yemeğine katılanlar... Ama mutlaka şarabımız olacak bir de müziğimiz. Kah hicaz makamı çalacak yıldızlardan bir nihavend düşecek gözpınarlarımıza...Kah tango'nun zerafetinden başımız dönecek, dalgalar coşacak salsa'yla... Şiirsel bir hüzün akacak dudaklardan, ardından geçmişten bir öykü gülümsetecek gözlerimizin içini... Ve kadehimi kaldırıp zamanı durduracağım... Yağmur sırılsıklam huzurla akacak Irmağına... Hayat tüm olağan serüveniyle geçiyor olacak yüreklerimizden... Bazen hüzünlü bazen mutlu... Yaşamın dengesinin farkındalığında huzurla...
Şimdi yüreğini dinle. Ne söylüyorsa sana hiç terddüt etme, gözünü kapa gönlünü seyreyle... Şükrederek hayata, düşlerinle başlattığın yolculuğunu yaşa hayatın özünde...
İnsan düşlerinin genişliği kadar büyüktür. Düşlerim sınırsız bir okyanus... Hayatımın geri kalanını küçük bir kıyı kasabasında yaşayacağım gün yakındır... Kah aç,tok kah efkarlı, mutlu... Ama olabildiğince farkındalığımda huzurlu... Gelmek isteyen "Can"dan dosta her dem açık olacak deli bir ruhtan köyün kapısı... Bazen kuru bir ekmeğe tamah edeceğiz, bazen sofralarımızı kıskanacak İsa'nın son yemeğine katılanlar... Ama mutlaka şarabımız olacak bir de müziğimiz. Kah hicaz makamı çalacak yıldızlardan bir nihavend düşecek gözpınarlarımıza...Kah tango'nun zerafetinden başımız dönecek, dalgalar coşacak salsa'yla... Şiirsel bir hüzün akacak dudaklardan, ardından geçmişten bir öykü gülümsetecek gözlerimizin içini... Ve kadehimi kaldırıp zamanı durduracağım... Yağmur sırılsıklam huzurla akacak Irmağına... Hayat tüm olağan serüveniyle geçiyor olacak yüreklerimizden... Bazen hüzünlü bazen mutlu... Yaşamın dengesinin farkındalığında huzurla...
Şimdi yüreğini dinle. Ne söylüyorsa sana hiç terddüt etme, gözünü kapa gönlünü seyreyle... Şükrederek hayata, düşlerinle başlattığın yolculuğunu yaşa hayatın özünde...
NİHAL KÜÇÜKDÖNMEZ
10.03.2010 Çarşamba
23:10
23:10
KEŞKE
..." Hiç akıllı olamadım. Neydi aklı başında olmak bilemedim. Tüm direktiflere rağmen ‘aklımı kullanamadım.’ Yaş-lı bir çocuk olarak, hayatın her zerresine aşık, dostluğun sözde değil özdesini zamanında solumuş ve güzel yüreklerin hala bir yerlerde olduğunu bilen; yine de artık kimse kırılmasın diye içine atmaktan vazgeçip, hak edene içinden geleni söyleyen; yine de çoğunlukla susarak, sessizliğiyle her şeyi anlatan; sözcüklerini kağıtlara saklayan; ama salt kağıtlarda kalmasının anlamsızlığını görüp, yüreklerle paylaşan; kah gülüp kah hüzünlerde ama olabildiğince farkındalığıyla yaşayan; ve elinden geldiğince, dili döndüğünce, eli kalem tuttukça yüreklere dokunmaya çalışan; sevgiden, sevmekten vazgeçmeyen; hayattan Tanrı istemedikçe gidilemeyeceğini bilen; tüm gidenlerine, acılarına, özlemlerine karşın sıkıca yaşama tutunup, traji-komik hayatın trajedisini aşıp, komedisine dalmaya çalışan kendi halinde bir deliyim yalnızca...
Hayatında yaşadığı tek bir an için pişmanlık duymayan, ama yaşadığı için küçümsendikçe ‘yürekten gelen buydu’ diyebilen, sözlerinin arkasından öte, yanında duran; döngüsel arayışı insan'dan öte ‘ruh’ olan bitmez bir yolculukta yanar bu deli yüreğim... Yine de yoluma düşünce birileri, tüm içtenliğimle selam verince; selamımı alıp, iki kelamımı kendi dünyalarında kirletebiliyorlar düşüncesizce…
Yoktur kimseye kinim ama taş değil yüreğim kırgınlığım çoktur. En çok kıranlaradır borcum, bugünlerime onlarla vardım. Bencilliği hazmedemese de yürek, en çok bencilliklerimde kendimi yuğdum. Kimseden yoktur beklentim, dünya da oluş sebebimi bilirim; birisini gülümsetebilmektir görevim. Her şeyin bir sebebi ve sonucu vardır iyi bilirim yine de geçsem de dünyanın uyku halinden, uyanamayışın yalnızlığında sözcüklerin kılıcıyla 'KEŞKE' ile kesilir dilim..."
sessiz bir coşkunlukta yağar yüreğim ''mademki görüyorsun cehennemin bu dünya da olduğunu farketmelisin uyanıklığında cennetin bahçelerini. Şarap bilene güzeldir. İçmeden her dem sarhoş değil mi ki bu gönüller, mekânda, şarap da, sözcükler de bahane sessiz bir muhabbet birliğinde öz gerçekliği arar ve hiçbir zaman bitmez kendindeki öğrenilecek cevher...''
Hayatında yaşadığı tek bir an için pişmanlık duymayan, ama yaşadığı için küçümsendikçe ‘yürekten gelen buydu’ diyebilen, sözlerinin arkasından öte, yanında duran; döngüsel arayışı insan'dan öte ‘ruh’ olan bitmez bir yolculukta yanar bu deli yüreğim... Yine de yoluma düşünce birileri, tüm içtenliğimle selam verince; selamımı alıp, iki kelamımı kendi dünyalarında kirletebiliyorlar düşüncesizce…
Yoktur kimseye kinim ama taş değil yüreğim kırgınlığım çoktur. En çok kıranlaradır borcum, bugünlerime onlarla vardım. Bencilliği hazmedemese de yürek, en çok bencilliklerimde kendimi yuğdum. Kimseden yoktur beklentim, dünya da oluş sebebimi bilirim; birisini gülümsetebilmektir görevim. Her şeyin bir sebebi ve sonucu vardır iyi bilirim yine de geçsem de dünyanın uyku halinden, uyanamayışın yalnızlığında sözcüklerin kılıcıyla 'KEŞKE' ile kesilir dilim..."
sessiz bir coşkunlukta yağar yüreğim ''mademki görüyorsun cehennemin bu dünya da olduğunu farketmelisin uyanıklığında cennetin bahçelerini. Şarap bilene güzeldir. İçmeden her dem sarhoş değil mi ki bu gönüller, mekânda, şarap da, sözcükler de bahane sessiz bir muhabbet birliğinde öz gerçekliği arar ve hiçbir zaman bitmez kendindeki öğrenilecek cevher...''
Nihal KÜÇÜKDÖNMEZ
Mart - 2010
HER BİTİŞ BİR BAŞLANGIÇTIR
Bitişlerden korkma. Her bitiş yeni başlangıçların habercisidir sadece... Dünya diliyle "ölüm" denilen yolculuk yepyeni bir doğumdur.
Hatırlasana babanın benliğinden, annenin özüne geçişini. Nasıl karanlık, ürpertici bir o kadar da heyecan verici bir yolculuktu. Nasıl da çığlık çığlığaydı birleşimleri... Bilmediğin seslerin ve yolların karanlığında suyun içine düşmüştün de 'şimdi ölüyorum, boğuluyorum işte' diye düşünmüştün... Oysa o su seni bu hayata bağlayacak yegâne besinindi. Sen karanlığının içindeyken bir ses durmadan konuştu seninle. Önce çözemedin korktun sesten. Dinledikçe düşündün 'Tanrım ne güzel bir sesin var!' Zaman ilerledikçe 'Anne' denilen bir Tanrıça'nın seninle konuştuğunu anladın.
Karanlıktaki aydınlığı görmüş, huzuru bulmuştun ki; deprem misali dünyanın sarsıldığını hissettin. Aman Tanrım bu da neydi şimdi... Bu dünya da huzurla yaşıyorum derken, yer altından kayıyor, çağlayanlar misali durduramadığın bir akışta hızla boşluğa kayıyordun. İşte dedin İşte, şimdi ölüm geldi... Kalbin hızla çarpıyor, korkudan gözyaşlarına engel olamıyordun. Karanlığı yarıp, gözlerini kamaştıran bir ışık hüzmesi kapladı her yanı. Sonra bir sıcaklık hisettin teninde. Kulaklarında mutluluk sesleri. Yavaşça sakinleştin. Anlamaya çalıştın olup biteni. Karanlıktan aydınlığa çıkmıştın. Korkacak bir şey yoktu işte. Tanrıçan seni sarmalamış, kokunu ruhuna katıyordu... O seni koruyordu. Benliğinden yaşamına -gerçekliğe- akma zamanı gelmişti sadece. Güvenle annenin kollarında ilk derin uykuna daldın böylece...
Sonra mı? Unuttun bütün bu yolculuklarını... Yolculuğunun anlamını. Yine korkularla donattın özünü. Yetmedi, gördüğün ne varsa kattın içine, özünü kaybettin... Aslında gerçek seninle. O seni hiç terketmedi ki. Öfkeyle sarstın zihnini. Kıskançlık krizlerine girdin. Hissettiklerinin hepsi zihninin yaratılarıydı oysa. Şimdi oturmuş, bu dünyaya bağlanmışken gün gelip ölücem, yok olucam düşüncesiyle kendini yiyip bitiriyorsun. Ne bu dünyanın oyunsal döngüsünde mutlu olabiliyorsun ne de gerçeğe uyanıp, ölmeden ölebiliyorsun! İçindeki sahte duyguları yok et. Nefsini bitir ki, nefesin özgürce yayılsın evrene... Yolculuğun sonsuz bir serüvendir.
Bu serüveni Sevgiyle, Huzurla ve "Aşk"la sürdürmek bir tek senin elinde. Unutma ölüm dediğin şey yolculuğunun bir parçasıdır sadece. Ve aslında "Hayat" dediğimiz olgunun ta kendisidir...
Hatırlasana babanın benliğinden, annenin özüne geçişini. Nasıl karanlık, ürpertici bir o kadar da heyecan verici bir yolculuktu. Nasıl da çığlık çığlığaydı birleşimleri... Bilmediğin seslerin ve yolların karanlığında suyun içine düşmüştün de 'şimdi ölüyorum, boğuluyorum işte' diye düşünmüştün... Oysa o su seni bu hayata bağlayacak yegâne besinindi. Sen karanlığının içindeyken bir ses durmadan konuştu seninle. Önce çözemedin korktun sesten. Dinledikçe düşündün 'Tanrım ne güzel bir sesin var!' Zaman ilerledikçe 'Anne' denilen bir Tanrıça'nın seninle konuştuğunu anladın.
Karanlıktaki aydınlığı görmüş, huzuru bulmuştun ki; deprem misali dünyanın sarsıldığını hissettin. Aman Tanrım bu da neydi şimdi... Bu dünya da huzurla yaşıyorum derken, yer altından kayıyor, çağlayanlar misali durduramadığın bir akışta hızla boşluğa kayıyordun. İşte dedin İşte, şimdi ölüm geldi... Kalbin hızla çarpıyor, korkudan gözyaşlarına engel olamıyordun. Karanlığı yarıp, gözlerini kamaştıran bir ışık hüzmesi kapladı her yanı. Sonra bir sıcaklık hisettin teninde. Kulaklarında mutluluk sesleri. Yavaşça sakinleştin. Anlamaya çalıştın olup biteni. Karanlıktan aydınlığa çıkmıştın. Korkacak bir şey yoktu işte. Tanrıçan seni sarmalamış, kokunu ruhuna katıyordu... O seni koruyordu. Benliğinden yaşamına -gerçekliğe- akma zamanı gelmişti sadece. Güvenle annenin kollarında ilk derin uykuna daldın böylece...
Sonra mı? Unuttun bütün bu yolculuklarını... Yolculuğunun anlamını. Yine korkularla donattın özünü. Yetmedi, gördüğün ne varsa kattın içine, özünü kaybettin... Aslında gerçek seninle. O seni hiç terketmedi ki. Öfkeyle sarstın zihnini. Kıskançlık krizlerine girdin. Hissettiklerinin hepsi zihninin yaratılarıydı oysa. Şimdi oturmuş, bu dünyaya bağlanmışken gün gelip ölücem, yok olucam düşüncesiyle kendini yiyip bitiriyorsun. Ne bu dünyanın oyunsal döngüsünde mutlu olabiliyorsun ne de gerçeğe uyanıp, ölmeden ölebiliyorsun! İçindeki sahte duyguları yok et. Nefsini bitir ki, nefesin özgürce yayılsın evrene... Yolculuğun sonsuz bir serüvendir.
Bu serüveni Sevgiyle, Huzurla ve "Aşk"la sürdürmek bir tek senin elinde. Unutma ölüm dediğin şey yolculuğunun bir parçasıdır sadece. Ve aslında "Hayat" dediğimiz olgunun ta kendisidir...
Nihal KÜÇÜKDÖNMEZ
02.03.2010 SALI
AFET-İ DEVRAN
Havada puslu bir hüzün var. Hüngür hüngür ağlıyor gökyüzü. Fırtına öncesi sessizlikte derin uykusundan uyanamayan doğa, nereden geldiğini anlayamadığı bir çığlıkla araladı gözlerini. Uyku sersemliğiyle bakındı etrafına. Burnuna keskin bir kan kokusu geliyordu. Anlayamadı. Ağaçlarına felç gelmiş gibi kıpırtısız kalakalmıştı. Kuşları bile konuşamıyordu. Toprağı paramparça yatıyordu usulca, derin bir uykudaydı sanki... Oysa her yanı kan içindeydi. Doğa, toprağını yokladı. Görünüşte huzurla uyuyan Göl gibiydi. Kıyısından suskun bir Irmak akmaktaydı. Öte yakasında kurtlar ulusa da, hepsi özünün bir parçasıydı. Evrensel bir bütünlük içerisinde ne güzel yaşayıp gidiyorlardı işte. Ama bu keskin kan kokusu da neyin nesiydi? Gökyüzünün de nesi vardı böyle. Tek kelime etmiyor, oturduğu yerden durmaksızın yağıyordu sadece. Kırlangıçlar birkaç ay önce çekip gitmişlerdi. Eh malum hava soğumaya başlamıştı artık. Kış geliyordu. Alışkındılar kışa. Çiçeklerin solmasına, yaprakların sararmasına. Doğa açlığa alışkındı. Nasılsa “tok” olan yanları da vardı. Kader böyleydi. Ses etmenin ne alemi vardı şimdi. Bir tarafı rengarenk kır bahçeleriyle donatılmıştı ya toprağının eh beri yanı çorak kalsaydı ne olacaktı ki sanki? Çorak görünen tarafının altı maden zenginiydi halbuki. Ama ne yapsın doğa, nasıl uğraşsın çorak bırakılmış toprağının altındaki zenginlikleri çıkarmaya. Hem kendi yerine gizliden gizliye yer altı sularında yüzen karayılanlar bu madenleri işleyip kendisine geri satıyorlardı. Uğraşmanın, çalışmanın ne anlamı vardı? Oysa yıllar önce bir “Güneş” doğmuştu dağlarının, ovalarının arasından. Doğaya “Can” vermişti.
Demişti ki “Güneş” doğa’ya; “seni yeni baştan yaratıyorum. Ben bir gün toprağına karışacağım ama bu toprak sonsuza kadar yaşamalı! Onun uğruna nice goncalar can verdi. Gelecekte kökleri toprağına bağlı, özgür goncalar yaşayabilsin diye! Nice kurtlar gördük bu sofralarda. Senin huzurla uyuduğun bu topraklarda, ağızlarının salyalarını akıtarak, uluyarak vahşi açlıklarını haykırdılar. Nice papatya’nın boynu kırıldı… Ceylanlar siper ettiler gövdelerini… Yılmadık! Susmaz bu kurtlar bilesin. Sadece dağının ardından gelmezler toprağına. Dikkat etmelisin. Ruhunun içinden çıkabilir bunlar. Sadece Kurtlar da olmaz. Çakal sürüleri vardır bir de kendilerini akıllı gösteren her yere yalan sözler taşıyan sinsi Tilki’ler. Haaa hepsi de Toprağını çok sevdiğini söylerler. Yalan değil severler de, seni yok etmektir dertleri. Severek paramparça edip yağmalamaktır toprağını. Özündeki her bir canlıyı yok etmektir dertleri. Sadece kendileri hâkim olabilmek için. Toprağının her bir coğrafyasını bölüşüp hüküm sürebilmek için. Yüzyıllardır bunun derdindeler. Ey doğa; işte tüm bu zulüm ve parçalanmalara karşı görevin, içinde bulunduğun hayatın dengesini canın pahasına koruyabilmektir. İhtiyaç duyacağın güç, yaşamının özündeki ruhta gizlidir!!!”
Doğa yarı uykulu gözlerle kan kokusuna anlam vermemeyi sürdürerek Güneş’in söylediklerini düşündü. Toprağının derinliklerinden bir acı hissetti. Her yer kan ve acı içindeydi. Ama hala sebebini çözemiyordu. Aklı karışmıştı. Aslında her şey çok açıktı. Gerçekleri görmekten korkuyor, korktukça dibe vuruyordu. Gökyüzü deprem misali yağıyor, yer sarsılıyordu. Heyelana uğrayan toprağı parça parça yok oluyordu. Doğa neyi beklediğini bilmeden, ağaçları felç bir halde kuşların sessizliğine ağlayan göğü izliyordu. Zamanla Kırlangıçlarla birlikte, Martıların, Güvercinlerin, Kartalların ve Şahinlerin de ortadan kaybolduğunu izledi doğa. Hepsi ya bir köşe de can vermiş ya da hava sahasını ihlal ettikleri suçlamasıyla Kurtlar, Çakallar, Tilkiler tarafından kafeslere kapatılmışlardı. Ormanının kralı Sırtlan’da destekçisiydi bu zulmün. Zira Kurt, Çakal ve Tilki sofrasının ortak kararıyla gelmişti krallığa. Aslan’ın hükmü çoktan bitmişti onlar için. Fazlasıyla yasalara ve toprağına bağlıydı. Oysa onlara göre devir değişmişti. Geçmişte alamadıklarını, şimdi doğaya hissettirmeden sırayla ele geçiriyorlardı.
Toprak ise kan içinde paramparça kalarak, yüreğinde barındırdığı tüm canları kurtarması ve kendisini savunması için, çaresizce Doğa’nın uyanmasını bekliyordu hala...
Nihal KÜÇÜKDÖNMEZ
26.02.2010 Cuma
14.30
Demişti ki “Güneş” doğa’ya; “seni yeni baştan yaratıyorum. Ben bir gün toprağına karışacağım ama bu toprak sonsuza kadar yaşamalı! Onun uğruna nice goncalar can verdi. Gelecekte kökleri toprağına bağlı, özgür goncalar yaşayabilsin diye! Nice kurtlar gördük bu sofralarda. Senin huzurla uyuduğun bu topraklarda, ağızlarının salyalarını akıtarak, uluyarak vahşi açlıklarını haykırdılar. Nice papatya’nın boynu kırıldı… Ceylanlar siper ettiler gövdelerini… Yılmadık! Susmaz bu kurtlar bilesin. Sadece dağının ardından gelmezler toprağına. Dikkat etmelisin. Ruhunun içinden çıkabilir bunlar. Sadece Kurtlar da olmaz. Çakal sürüleri vardır bir de kendilerini akıllı gösteren her yere yalan sözler taşıyan sinsi Tilki’ler. Haaa hepsi de Toprağını çok sevdiğini söylerler. Yalan değil severler de, seni yok etmektir dertleri. Severek paramparça edip yağmalamaktır toprağını. Özündeki her bir canlıyı yok etmektir dertleri. Sadece kendileri hâkim olabilmek için. Toprağının her bir coğrafyasını bölüşüp hüküm sürebilmek için. Yüzyıllardır bunun derdindeler. Ey doğa; işte tüm bu zulüm ve parçalanmalara karşı görevin, içinde bulunduğun hayatın dengesini canın pahasına koruyabilmektir. İhtiyaç duyacağın güç, yaşamının özündeki ruhta gizlidir!!!”
Doğa yarı uykulu gözlerle kan kokusuna anlam vermemeyi sürdürerek Güneş’in söylediklerini düşündü. Toprağının derinliklerinden bir acı hissetti. Her yer kan ve acı içindeydi. Ama hala sebebini çözemiyordu. Aklı karışmıştı. Aslında her şey çok açıktı. Gerçekleri görmekten korkuyor, korktukça dibe vuruyordu. Gökyüzü deprem misali yağıyor, yer sarsılıyordu. Heyelana uğrayan toprağı parça parça yok oluyordu. Doğa neyi beklediğini bilmeden, ağaçları felç bir halde kuşların sessizliğine ağlayan göğü izliyordu. Zamanla Kırlangıçlarla birlikte, Martıların, Güvercinlerin, Kartalların ve Şahinlerin de ortadan kaybolduğunu izledi doğa. Hepsi ya bir köşe de can vermiş ya da hava sahasını ihlal ettikleri suçlamasıyla Kurtlar, Çakallar, Tilkiler tarafından kafeslere kapatılmışlardı. Ormanının kralı Sırtlan’da destekçisiydi bu zulmün. Zira Kurt, Çakal ve Tilki sofrasının ortak kararıyla gelmişti krallığa. Aslan’ın hükmü çoktan bitmişti onlar için. Fazlasıyla yasalara ve toprağına bağlıydı. Oysa onlara göre devir değişmişti. Geçmişte alamadıklarını, şimdi doğaya hissettirmeden sırayla ele geçiriyorlardı.
Toprak ise kan içinde paramparça kalarak, yüreğinde barındırdığı tüm canları kurtarması ve kendisini savunması için, çaresizce Doğa’nın uyanmasını bekliyordu hala...
Nihal KÜÇÜKDÖNMEZ
26.02.2010 Cuma
14.30
SAĞANAK HÜZÜN
Yağmurlu bir İstanbul sabahında, anıların silik izinde yürürken buldum kendimi... Sağanak bir hüzün boşaldı günüme. Nerde kaldı şimdi çocukluğumun pamuk şekerleri, gençlik çağlarının platonik sevgileri... Ne düşlerim vardı; yıllar geçtikçe, hepsi annenizin en sevdiği vazonun elinizden kayması gibi, kırıldılar.
Umutlarım vardı. Yaşamın döngüsü gibi onlarda doğdular, yeşerdiler ve kurudular. Hiçbir şey eskisi gibi değil artık. İyi bilirim. Geçen her zamanda bir şeyler de yitip gidiyor hayatımdan. Hiçbir şey eskisi gibi tat vermiyor. Çocukken içtiğim tavuk suyunun tadı bile çok yavan artık. Tavukların suni arpayla beslenmesinden mi yoksa ağzımın tadının sunileşmesinden mi bilemiyorum... Düşlerim vardı, hala da var. Ama biliyorum artık, onların hepsi sadece düş... Gerçekleşirse düş olmazlar ki. Çocukluğumun düşlerinde umut vardı. Ne güzeldi o düşler. Hani öyle gerçekleşemeyecek türden de değillerdi. Mesela on sekiz yaşıma girerken tüm dostlarımla birlikte bir kutlama yapmak istemiştim, İstiklal Caddesinde. Dersaadet'e gidip, birer votka-vişne içecektik alt tarafı. Kırk gün öncesinden, bana dostluğun özünü öğreten adamın gidişi şerefine götürdüm votkaları, bünye sarhoş dahi olamadı. Şöyle adamakıllı sarhoş olabilseydim bari. Yok! Sadece on iki yıldır, boğazına düğümlenmiş, yutamadığın bir acı. Ne tam anlamıyla nefes alabiliyorsun, ne de özgürce verebiliyorsun...
Louis Aragon; “Geçmişi icat ettim, geleceğin güzelliğini görmek için. Özledikleri dün yarının güzelliğini göstermiyorsa sorun bugünde olmalı..." demiş. Bugünüm düne göre daha iyi aslında. Ben ne dipler gördüm, zamanla öğrendim dibin sonu yokmuş. Acı, sevdiğinin adını çakıyla ağaca kazır gibi, kazındıkça yüreğe, aktıkça yaşlar gözünden, sessizce çığlık attıkça kaderine daha bir sakin, kabullenir oluyorsun hayatı. Ve öğrenmeye devam ediyorsun tüm bilgisizliğinle; çırpınsan da, savaşsan da değişmiyor hayatın verdikleri... Hayatın senden aldıkları da bir veri! Görmesini bilmek gerek belki. O kadar kör oldum ki hayatta, gözlerimin karanlığı, yüreğimin ışığını yaktı.
Ama işte eskisi gibi de keyif vermiyor, bazı şeyler. İçimden hiçbir şey yapmak gelmiyor bugünlerde. Öylesine gidip geliyorum, işten eve, evden işe. Geçen sene bile bu havalarda, akşamları iş çıkışı koşardım mesela. Ne delilik diyorum şimdi kendime. Bütün gün sokaklarda firma sahipleriyle toplantılar yap, reklam almak için ikna etmeye çalış, o kafe benim, bu firma senin adres ara, akşamları da moda sahiline in koş. Oradan da Pendik’e eve dön. Yetmezmiş gibi hafta sonları dâhil, mesleğinle ilgili sosyal organizasyonlar düzenle, fotoğraf, resim, heykel sergileri yap, opera, tiyatro, sinema izlemeye git, Beyoğlu’nda demlen... Bıçak gibi kestim hayatımdan hepsini. İçimden sokağa çıkmak gelmiyor. Sadece dost dergâhlarında şarap içmenin keyfi var damağımda. O da olursa. Olmasa can onu da aramayacak sanki. İnsanlara güvenimi yitirmemden mi, kendime inancımı bitirmemden mi bu kabuğa çekiliş? Bilemiyorum. İnanç biter mi, güven yiter mi. İnsanları hayatından çıkarmak nasıl bir şeydir bilir misiniz? Hele ki gidemiyorsanız, insanlardan. Şarkıda dediği gibi; "ben hiç kimseden gitmem, gidemem. Unutamam acı tatlı ne varsa hazinemdir." Zamanla bana zarar veren insanlardan uzaklaşmasını da öğrendim yani. Ama hiçbirinden de gidemedim işte. Yaşlanıyorum galiba biraz daha. Oysa on sekiz yaşıma bastığımda dua sesleriyle, kendimi kırk beş yaşında hissetmiştim. İlk beş yıl artarak sürmüştü bu yaşlanma. Yokluğa duyulan özlemin tarifsiz kıvranışlarıyla. Ardından hissedilen tüm acıların ve gözyaşlarının sebeplerini gördüm, sonuçlarına vararak.
Şimdi ise fiziksel yaşlanmanın da ağırlığı mı çöküyor bedene, yoksa olgunluğun pişmişliği mi siniyor ruha? Peki yüreğimdeki çocuk nerede şimdi?
Nihal Küçükdönmez
18.01.2010 Pazartesi
Deliliğimce...
..." hiç akıllı olamadım, yaş-lı bir çocuk olarak, hayatın her zerresine aşık, dostluğun sözde değil özdesini zamanında solumuş ve güzel yüreklerin hala bir yerlerde olduğunu bilen; yine de artık kimse kırılmasın diye içine atmaktan vazgeçip, hakedene içinden geleni söyleyen; yine de çoğunlukla susarak, sessizliğiyle her şeyi anlatan; sözcüklerini kağıtlara saklayan; ama salt kağıtlarda kalmasının anlamsızlığını görüp, yüreklerle paylaşan,; kah gülüp kah hüzünlerde ama olabildiğince farkındalığıyla yaşayan; ve elinden geldiğince, dili dödüğünce, eli kalem tuttukça yüreklere dokunmaya çalışan; sevgiden, sevmekten vazgeçmeyen; hayattan Tanrı istemedikçe gidilemeyeceğini bilen; tüm gidenlerine, acılarına, özlemlerine karşın sıkıca yaşama tutunup, traji-komik hayatın trajesini aşıp, komedisine dalmaya çalışan; kendi halinde bir deliyim yalnızca..."
Nihal KÜÇÜKDÖNMEZ
24.12.2009 / Perşembe
Nihal KÜÇÜKDÖNMEZ
24.12.2009 / Perşembe
İSTASYON
Ayaz kaldırıma düşürürken yüzünü, bulutları yırtan güneş muzip bir gülümsemeyle göz kırptı. Hınzır rüzgâr yaramazlığını sürdürüyordu çıkmaz sokaklarda. Aklı geniş kaldırımlı caddelerdeydi.
Biraz kalp ağrısı, hafiften yürek daralması, çokça uyku sersemliğiyle zamanın komutunu veren alarmın sesiyle başladım güne. Beyin sancılarıyla devreye girdiği an’da benliğe günaydın deyip, tipik sorgulamalara geçecek diye bekledim. “-Bugüne de başladın işte. Dünden farkı olmayan, yarını düşleyen, anı kaçıran bir hengâmenin içine yuvarlanmaya hazır mısın?” “-I ııı; beni rahat bırak. On dakika daha uyuyayım lütfeeeen!” Ama olmadı işte. Güneş, yılın bitimine aldırmaksızın ukela bir başkaldırıyla; “-hey sen de bitiyorsun ama bak soğuk gecelerine karşın ben hala buradayım” diyordu sanki. Ruhuma sımsıcak gülümsedi bu sabah.
Kahvaltı bile daha farklıydı. Mutfağa girdiğimde “-Tanrım bu sabah ki yağlı boya resmin muhteşem olmuş” dedim. Tanrı, her gün, bir devinim içinde farklı portreler çizer göğe. Kara binaların üzerinde uzanan gökyüzünü, bazen siluet biçiminde, bazen ayağımı atsam dokunacağım netlikte takımadalarını, solunda kalan Yalova açıklarını, gemilerin ışıklarını kâh karakalem bir portre, kâh capcanlı bir yağlı boya olarak çıkarır karşıma. “-Ah Tanrım bu kadar muhteşem yaratırken sen her gün dünyayı, nasıl göremezler varlığını? Ve her gün işe geç kalmalarımın günahı senindir bilesin” diye düşünürken kendi kendime, bir ses yüreğime fısıldadı; “- Bu sabah farklı, hiçbir an aynı değil aslında. Sen küçük nokta, bazen görüyorsun bunu, bazen unutuyorsun. Ama bu sabah seninle bir oynayalım hadi, şimdi saatine bak, zamanı senin için yavaşlattım, keyifle yap kahvaltını, sonra ak hayata, bakalım neler çıkacak karşına?” İnanılmaz biçimde, zaman adeta durmuştu. Sonsuzluğun portresine dalarak yüzdüm. Sonra yavaşça, şükranla kalktım, giyindim, hayata aktım…
Tren istasyonuna vardığımda, tren salına salına geliyordu. Sanki köşe başında beni beklemişte, istasyona girdiğimi görünce saklandığı yerden çıkmıştı. İnanılır gibi değildi. Çünkü her sabah koşturarak yetişmeye çalıştığım, bazen kaçırdığım, bazen kapısından içeri giremediğim için sonraki seferi bekleyerek işe geç kaldığım tren ilk defa bana gülümseyerek önümde durdu, kapısını açtı. Bu beni iten, hunharca içeri almak istemeyen, “-patlıyorum, bir sen eksiktin” diyen o bıkkın tren değildi. Yüzlerinde işe gitmenin yorgunluğu okunan, uykulu gözler karşılamadı değil ama tren her zamankinden boştu. Bana kimse gül bahçeleri vaat etmemişti. Ruhu sıcacık, yağmur yürekli arkadaşın emanet ettiği sözcüklerde yıkandım, deliliğimin ince çizgisinde. Bir el omzuma dokundu nazikçe, “-isterseniz buyurun oturun” dedi. Tren de oturabilmek bir mucizeydi.
İneceğim istasyona geldiğimde fark ettim, dudaklarıma konan tebessümü. “-Hoş geldiniz” dedim, “…ne kadar sessizce gelmişsiniz, aynadaki yansımada varla yok arasındaydınız, sefa getirdiniz…”
Sessiz bir huzurla gelen tebessümle, oturdum istasyondaki banka. Hemen çıkmak, işe koşturup, sözcüklerin trafiğinde kaybolmak istemedim. Zaman bugün benim için durmuştu nasılsa. Bir sigara çıkardım çantamdan. Yılların verdiği bir alışkanlıkla değil, keyifle ruha çekilen bir nefesti sanki. Notaların dingin sesi yankılanıyordu benliğimde. Gözlerim uykusuzluktan değil, tarifi zor bir mutluluktan kendilerini karanlığın ardındaki ışığa bıraktılar. Rüzgâr saçlarımı okşuyordu. Aralık ayının son haftasındaki bu kış gününde, hayat beni sıkıca kucaklıyordu. Gözlerim kapalı bir şekilde, sigaramdan derin bir nefes daha çektim. Dumanın ciğerlerime akışını izledim. İlk defa yaşam veriyordu ciğerlerime. Yılların birikimiyle üzerine dolan sis tabakası bir anda silinmişti adeta. Benliğime dolan müziğin ritminde, ayaklarım tempo tutuyor, başım sarhoş misali, yavaşça sallanıyordu. Rüzgârla dilsiz bir dans içindeydik. Karşı yönden gelen trenin sesi yankılandı istasyona. Sabırsızlıkla bekleyen insanların trene binişlerini duydum. Tren için hareket düdüğünü çaldı makinist. İşe yetişme telaşında, hareket etti tren. Gözlerimi açtım bir anda. Bana bakan bir çift gözle karşı karşıya kaldım. Sımsıcak gülümserken, el sallıyordu tanımadığım bir adam, trenin içinden. Önce saliselik bir şaşkınlıkla, bana değil de bir başkasını mı uğurluyor diye bakındım ama istasyonun bulunduğum tarafında rüzgârla benden başka kimse yoktu. Ben de gülümsedim sımsıcak, hafiften başımı eğdim, minnettarlıkla. Ve ruhumdan bir ses fısıldadı; “-Hayata merhaba hatun…”
Şükrettim Tanrıma, gülen gözleriyle varlığını, tanımadığım bir adamın ellerinde sunduğu için bana. Ve aslında adamında ruhumdan bir parça olduğunu bilerek, işe varmak üzere devam ettim yoluma…
Nihal KÜÇÜKDÖNMEZ
23.12.2009 / Çarşamba
12:02
YÜREĞİM BEDENİME, SOLUĞUM YÜREĞİME AĞIR…
İnsanlar için, insanlık için, yaşama anlam katmak adına debelenirken boğuluyorum.
Kendimi bildim bileli ideallerim uğruna, belirsiz yollarda pusulasını kaybetmiş bir yolcu olarak ilerlemeye çalışıyorum. Ancak daha yolun başına dahi gelebilmiş değilim. Yine de içimde bir yer… Ama yine içimde başka bir yer… Her şey bu kadar anlamsız mı bu yaşamda? Herkes umursamaz mı?
Her zaman hem ideallerim adına, hem insanlar adına çabaladım. Çıkınımda kalan bir kırıntı umudumu bile paylaşmak istedim. Boşuna! Hiçbir şeyin anlamı yok bu yaşamda. En azından insanlar için. Hele paylaşımlar, dostluk…
Yaşam ağır geliyor artık bedenime!?
Nihal KÜÇÜKDÖNMEZ
14.06.2005 / Salı
23.30
YARINLARA UMUTLA
Yeni bir güne doğru hızla yol alırken zaman, sağanak yağmurla sırılsıklam olmuş gece kapımı çaldı. Hoş geldin dedim gülümseyerek.
Her yeni gün biraz daha umut yaşama dair. Huzur ve mutluluk. İnanıyorum “her şey çok güzel olacak” yakında.
Gece yerini günün karmaşasına bırakmadan, dinginliğin, huzurun kollarına usulca bırakmak istiyorum bedenimi. Güzel yarınların umuduyla…
Yarın, gün ışığı penceremden yansırken, gözlerim kamaşacak yaşamın güzelliğinden. Minik bir serçenin melodisiyle gözlerim aralanacak belki de. Yaşam yeniden gülümseyecek gözbebeklerimde. Yeter ki tükenmesin umutlar!
Nihal KÜÇÜKDÖNMEZ
15.11.2001 / 20.03.2006
Perşembe / Pazartesi
03.30 / 22.45
YOLUN SONU
Yaşam; sınırsız görsellikte ama salt koskocaman bir okyanustaki salın üzerinde durma çabasıdır.
Okyanus; dalgalı, hırçın ve mavi.
Sal; ince sarmaşıklarla birbirine bağlı, kalın kütüklerden ibaret.
Cansız bedeniyle kendini okyanusun akışına bırakmış olan kütük; yaşamın bitiş noktasındadır. Oysa zamanında capcanlı çınardı.
Ve insan; bir gün okyanusta boğulacağını bile bile salın üzerinde durmaya çalışan, çabaladıkça hayal kırıklığına uğrayan, içinde büyüttüğü küçücük umutların gerçeğin tam da gerçekliğiyle yok oluşunu seyreyleyen, yine de durmadan, yılmadan aslında sadece zamanın tükenişini hızlandıran yürekli fakat yorgun bir savaşçıdır.
Yazık ki bir gün arkasına dönüp baktığında, sahil hemen ardındadır ama zamanı tükenmiştir.
Nihal KÜÇÜKDÖNMEZ
05.04.2002 / Cuma / 00.20
YANILSAMA
Zaman çözüm değil hüzne! Gidenleri geri getirmiyor. Yaşam geçen her an’la tükeniyor, özlem, hayal kırıklığı, aldatılmalarla, inadına umutla.
Yanılsamadan ibaret bu dünya. Sanal bir labirentin içinde, peynirini arayan denek fareleriz hepimiz. Peyniri kemirebilsek de düşlediğimiz tadı bulamayız. Us’umuzda yarattığımız yanılsamalardan ibaret bu yaşam. Severiz. Dost biliriz… Yanılgılarımızla parçalanır hücrelerimiz.
Sanal yaratılarımızdan kurguladığımız us’sal yanılsamaların, parçalanmış bütünüdür, düşsel yaşamlarımız…
Nihal KÜÇÜKDÖNMEZ
28.04.2005 - Perşembe
23:20
VAGON
“Yitirmeli ne varsa, başlamalı yeniden…”
Gidenlerden olmamış ki hiç geri dönen! Biten hiçbir şeyin geri dönüşü yoktur. Yenilgilerle ya da zaferle, mutlulukla ya da hüzünle tüm yaşananlar ordadır artık, dünde kalan anılar vagonunda…
Aynı vagonda yolculuğunu sürdürürsen, serüvenlerinin tekrarını yaşarsın sadece. Döngüsel bir çıkmazda dolanır durursun. Anılara tutsak, düşlerinin okyanusunda boğulursun.
Çırpınsan da, acılar içinde kıvransan da değiştiremezsin yazgıyı. Yağmurlar dinmez, kavruk yaz akşamlarında.
Soluğunun her an’ında yalnızsın, en kalabalık içinde bile. Sözcükler, paylaşım dediklerin bile karşındakinin anlamak istediği kadardır. (!) Ne kadar çabalasan da yoktur ötesi.
İdeallerin olabilir, hedeflerin… Vagon, anılar, düşler aynı. Paralasan da kendini akışı değiştiremezsin.
Vagondan inmekte, orda aynen serüvenini sürdürmekte istesen bilemezsin. Vagonu değiştirebilirsen belki bir umut, yeniden başlayabilirsin.
Nihal KÜÇÜKDÖNMEZ
02.10.2005 / Pazar
16.50
YOL
Uzun bir yol, uzanmış yatıyor usulca. Bedeni papatyalarla örtülü. Kanıyor. Beyaz bir papatya al'a dönüşmüş. Ansızın değil ağır, ağır. Kısırdöngü yakıyor bedeni, güneşten beter. Güneş Grönland soğukluğunda, üşüyor. Yol kımıldamıyor, papatyam kanıyor.
Dürtüyorum yolu yattığı yerden kalksın diye. Yoldan tık yok. "-Uyan yoksa seni ezeceğim. Papatyalarım yol vermekte bana,
ama sen..." Bok ezersin der gibi yol yatıyor kımıldamadan. Adımımı yolun üzerine atıyorum. Tek ayağım boşlukta kalıyor. Bir iki sallanıyorum sonra ardıma düşüyorum tepetaklak. Zaman hızla ilerliyor. Yelkovan akrebi geçiyor. Ve ben o yolu aşmalıyım. Ama o yol bir boşluktan ibaret. Ne yapmalıyım bilmiyorum. Korkuyorum, ürküyorum, güveniyorum; yanımda duran onlarca insana güveniyorum. Sonra teker teker kayboluyor o onlarcası, birkaçı dışında. İçimde bir yerler inciniyor önce, sonra kırılıyor, sonra kanıyor, sonra acıyor...
Bedenim öyle bir uyuşukluk içinde ki, kelimeleri tamamlayamıyorum. Demek ki beynimde aynı uyuşukluk içinde. Elim kalemi düşürecekmiş gibi tutuyor. Kalemim son satırını, son sözcüğünü yazıyormuşcasına telaşlı. Düşüncelerim karmakarışık...
NEREYE UZANSAM
ya
KIRILIYOR
ya
-da;
KURUYOR...
Nihal KÜÇÜKDÖNMEZ
22.02.1999- Pazartesi
ÜÇ SATIRLIK
Ölüm fiziksel bir yokoluş mudur;
yoksa fiziksel olarak varken,
psikolojik bir çözülme midir?!.
Nihal KÜÇÜKDÖNMEZ
24/ 05/ 1999 - Pazartesi
ÜÇ MAYMUN
Yaşam denen kurgusal oyunların içinde, soluğunu en uzun sürdürme yarışıdır şu insanoğlunun işi. Bundandır “bana dokunmayan bin yaşasın” deyişi.
Oyunlara kaptırıp ünlü bir aktör sanırken kukla kendini, iplerini görür ya, görmezden gelir.
Görmedim,
Duymadım,
Bilmiyorum!
Üç maymunu oynar, atalarından yadigâr. Bazılarıysa sanal dünyanın oyunlarını bir türlü beceremez. Becerilmekten tükenmiş, beceriksizliğinden bıkkın gün gelir kesiverir iplerini. Bilinmez bir diğer yaşama doğru yol alır. Belki de yoktur aslında o yol, oyunun parçası.
Hiçbir gidenin dönüşünün olmaması gibi dönüşü bitik son-uç-tur, solunacak başka an’-ı- kalmayan…
Nihal KÜÇÜKDÖNMEZ
21.08.2005 / Pazar
23.00
TRENLER
Herhangi bir otobüsteyim. Şehirlerarası yollarda ilerleyen. Bir şehirden bir diğerine geçiyor hızla. Şehirler arasında dolanıp duruyor. Başı dönmüş belli. Şaşkın. Hangi şehrin il sınır çizgisinden içeri girse bir yıkıntı gözlerinin önünde. Yüzyıllar önceki saldırıya uğramış kabile görüntüsünde şehirler. Yakılıp yıkılmışlar. Ama yine de içlerinde yıkılmamış "şey"leri taşırlar. O "şey"ler ki görünüşte aciz, içerikte ise en az acizlik kadar güçlüdür. Otobüs hızla ilerler. Şehirlerde bir canlıya rastlama umuduyla. Umutları suya düşer. Otobüs kocaman bir gemi olur. Sonsuz okyanusun ortasında tek başına. Bir de ben. Güvertesinde onu sınırsızlığa sürükleyen. Ellerimde bir tek karanfil. Bir bakıyorum ellerimdeki karanfil çoğalıyor. On, yüz, bin derken milyonlara varıyor karanfiller. Atlıyorlar suya ellerimden, özgürlük çığlıklarını da savurarak. Ve birden güneşin kızıllığı vuruyor okyanusa. Okyanus dalgalı, hırçın. Kan kızıllığı sarıyor dört bir yanı. Okyanus kan akıyor. Bir mavi damla kaçıyor yalnızca. Uçuyor umarsızca. Göğün saçlarına tutunuyor.
Bizim gemi kanatsız bir uçak. Minder misali dayanmış bulutlara, atlıyor bir gökten diğer göğe. Ben uçağın kanatsız gövdesinde. Yelelerinden tutuyorum sımsıkı. Birden uçak şaha kalkıyor. Martılar halay çekiyor töresizce. Yağmur çiseliyor ufak ufak. Beyaz pamuk şekerleri kararıyor. Uçağım durmuyor, uçuyor şaha kalka kalka. Beyaz bir at ilerliyor karanlıkların ortasında. Ben uçağın gövdesinden atın sırtına düşüyorum. Dağ, taş dinlemiyor gidiyoruz dörtnala. Adeta uçuyoruz uçağın da üzerinde. Tırmanıyoruz en yüksek zirveleri ve en uç noktaya çıktığımız anda atlıyoruz zirveden aşağı, düşünmeksizin. Atım kayboluyor birden.
Ben kılcal damarlarla yapılmış bir salla ilerliyorum sığ ve sakin bir nehirde. Küçük yeşil adamlar sağ yanımda, mavi gelincikler solumda. Önümdeki belirsiz dar yol genişliyor yavaş yavaş. Sessizlik kulak zarını yırtarcasına. Ölüm sessizliği desen değil, yaşam sessizliği desen değil. Öyle bir çizgi ki kımıldamak mümkün değil. Kılcal damarlara takılıp kalmış ayağım. Kurtaramıyorum. Ardından büyük bir su sesi derinlerden gelen. Gözlerimde çağlayan. Düşüyorum çağlayandan aşağı. Su toprak oluyor. Ben toprağın üzerinde. Altımda demir yığınları. Demir toprağın canını acıtıyor. Kalkmak istiyorum, olmuyor. Demir yığınları elleriyle bağlamış beni. Bırakmıyorlar. Debeleniyorum, olmuyor. Bağırıyorum, olmuyor. Çığlıklarım kulaklarımı sağır ediyor. Duymuyorum. Görüyorum yalnızca. Kara, kapkara bir yığın kütlesi. Kapkara bir demir yığını. Durmaksızın geliyor hızla. İçinde bir çocuk. Atlıyor kurtulma çabasıyla. Kızıyor demir yığını. Ateşler çıkarıyor kafasından. Kara dumanlar. Yaşamını kapıyor çocuğun. Çocuk ölmüyor. Yerden ayağı kesiliyor. Yalnızlıkla kıvranan diğer ayak, yeri ezme çabasında.
Kara demir yığını üzerime üzerime geliyor. Kaçmıyorum. Kaçamıyorum. Bedenimi istiyor, kırmızı güller sunuyorum dostluk adına. Bedenimi sunuyorum, kanımı içiyor gülün kırmızısı namına.Ezip geçiyor beni. Öyle bir ağırlık ki üzerimde anlamıyorum. Sanki bütün ağırlığını da yıkmamış üzerime demir yığını. Sonra görüyorum ki tek ayağı basmıyor yere. Elimde çocuğun yüreği. Artık bedeni bir demir yığını.
TRENLEEEER...
LANETLEEEER...
Elimde çocuğun yüreği.
YÜREĞİNİ YÜREĞİME KATIYORUM...
Nihal KÜÇÜKDÖNMEZ
12.07.1998 / Pazar
TERKEDİ-Lİ-Ş
Her başlangıcın sonunu getiriyor insanoğlu. Yaşamın döngüsel çıkmazı. Ölüme hazırlık oyunları… Solukların gün gelip tükeneceğini bilmenin kaçınılmaz sancıları.
‘Yok olma’ düşüncesiyle yaşanılmasa da bilinçaltında saklanan bitiş yaşamlara yansıyor. Herkes birilerini terk ediyor. Başka rüzgarlara yelken açılıyor. Yeni keşifler, sular, heyecanlar, yaşamlar bulma umuduyla. Her geçen zamanda yeni düş kırıklıkları ekleniyor yüreklere. Yeni bitişler, terk edişler, tükenişler yaşanıyor… Birileri amansızca çırpınırken; herkes keşfi unutuyor, sular duruluyor, heyecanlar sönüyor, yaşamlar soluyor, kimse görmüyor!
Hüzün kokulu, özlem yüklü bir demet anıdır artakalan…
Nihal KÜÇÜKDÖNMEZ
01.05.2005 / Pazar
23:57
TABUT
Dün bir kez daha gördüm ölümün soğuk yüzünü. Karların altında, bir namazlık, saltanatta uyurken amcam…
Cenaze abrasında otururken; amcam arkada-tabutta-; babam, kuzenlerim yanımda, kendi ruhlarımda yol aldık, birbirimizden sonsuz uzaklıkta. Belki de birbirimize hiç yakın olamayışımızın yalnızlığıyla…
Ayhan’ın önünden savrulduk, iç fırtınalarımızla. Kar kanıyordu camlardan!
Şoför sabırsızca ilerlemeye çalışıyordu trafikte, diğer cenazeye yetişme telaşıyla. Artık sessiz bedenlerin nereye gömüleceği bile meçhul bu şehri İstanbul’da. Onlarca cenaze arabası, Tanrı’nın bile unuttuğu dağ başında, ruhlarından ayrılmış suskun bedenleri buz tutmuş toprağa ekmek için sırada bekliyorlardı.
Tabutlar omuzlarda dolu gidip, boş dönüyordu cenaze arabalarına. Başka suskun bedenleri doldurmak için yerine…
Nihal KÜÇÜKDÖNMEZ
09.02.2006 / Perşembe
SEN DE OLMASAN…
Güzel yalnızlığım benim;
Sen de olamasan ne yapardım şimdi!? Kimse-s-sizliğimde sen varsın. Kutsal kitaplarda bir ayet gibi, piyanonun ritminden çoğalan anlamsız isyanımsın. İyi ki varsın.
Olmasaydın nasıl katlanırdım bunca yokluğa. Bitişlere, terk edilişlere, gidişlere. Bir de sensizlik eklenseydi bunca yüke, kim bilir ne olurdu bu halim?
Bu dört duvar odada birkaç fotoğraf, silik anılar, biraz hüzün, acı bir gülümseme, belirsiz sözcük yığınları, yazılmayı bekleyen boş sayfalar, ölümsüz şiirler -bunca ölüme karşın-, kurumuş gözyaşları, sonsuzluğa akan sancılı notalar, coşkun ırmaklarımın yatağı, sözcüklerin dili kalem, düşlerim, düşüncelerim, düşüşlerim… Ne yapardık sen de olmasaydın! Hiçbirimiz kendi öz varlığımızı oluşturamazdık. Özlemeler yüklenen fotoğraflar kaybolur, anılar tamamen yok olurdu. Ne hüzün, ne acı, ne gözyaşı -kurumuş olsa da- kalırdı. Sözcükler belirsizliğini, yazı anlamını yitirirdi. Sayfalar boş kalırdı. Şiir susardı. Notaların do teli kopar, yatağım yorgun, kalemim yazmaz olurdu.
Düşlerim, düşüncelerim, düşüşlerim…
Düşlerim sınırsız okyanusunda kaybolur; yüzmeyi bilmeyen çocuğun boş çırpınışlarında boğulur; dipsiz, karanlık bir kuyuya hapsolurdu. Çocuğun masum bakışlarındaki laciverdini yitirirdi.
Düşüncelerim akıl oyunlarının en deli hali. Nikotinle puslanmış beyin hücrelerinin ütopik idealleri… Yiterdi… Yığınsal kalabalıkta komutların buyruğu oldu.
Düşüşlerim, sensiz anlamsızlaşır, sensiz çoğalır, sensiz daha da çekilmez bir hal alırdı.
Ve en önemlisi duygularım; Ne bu sözcük yığınları olurdu, ne de deliliğe ramak gelgitlerim. Bunca fırtına dinerdi iç denizlerimde. Sükût bir sessizlikte, dingin bir uyuşturulmuşlukta, sanal huzur ve mutlulukla, yalan oyunlarla kandırılırdı benliğim. Görmekten uzak, bakmakla yetinen…
Şair görmüş de yazmış; “Yalnızlığım benim, sidikli kontesim, ne kadar batarsak o kadar iyi…” Sen de olmasan ne yapardım şimdi…
Nihal KÜÇÜKDÖNMEZ
25.10.2005 Salı / 00.45
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)