Ayaz kaldırıma düşürürken yüzünü, bulutları yırtan güneş muzip bir gülümsemeyle göz kırptı. Hınzır rüzgâr yaramazlığını sürdürüyordu çıkmaz sokaklarda. Aklı geniş kaldırımlı caddelerdeydi.
Biraz kalp ağrısı, hafiften yürek daralması, çokça uyku sersemliğiyle zamanın komutunu veren alarmın sesiyle başladım güne. Beyin sancılarıyla devreye girdiği an’da benliğe günaydın deyip, tipik sorgulamalara geçecek diye bekledim. “-Bugüne de başladın işte. Dünden farkı olmayan, yarını düşleyen, anı kaçıran bir hengâmenin içine yuvarlanmaya hazır mısın?” “-I ııı; beni rahat bırak. On dakika daha uyuyayım lütfeeeen!” Ama olmadı işte. Güneş, yılın bitimine aldırmaksızın ukela bir başkaldırıyla; “-hey sen de bitiyorsun ama bak soğuk gecelerine karşın ben hala buradayım” diyordu sanki. Ruhuma sımsıcak gülümsedi bu sabah.
Kahvaltı bile daha farklıydı. Mutfağa girdiğimde “-Tanrım bu sabah ki yağlı boya resmin muhteşem olmuş” dedim. Tanrı, her gün, bir devinim içinde farklı portreler çizer göğe. Kara binaların üzerinde uzanan gökyüzünü, bazen siluet biçiminde, bazen ayağımı atsam dokunacağım netlikte takımadalarını, solunda kalan Yalova açıklarını, gemilerin ışıklarını kâh karakalem bir portre, kâh capcanlı bir yağlı boya olarak çıkarır karşıma. “-Ah Tanrım bu kadar muhteşem yaratırken sen her gün dünyayı, nasıl göremezler varlığını? Ve her gün işe geç kalmalarımın günahı senindir bilesin” diye düşünürken kendi kendime, bir ses yüreğime fısıldadı; “- Bu sabah farklı, hiçbir an aynı değil aslında. Sen küçük nokta, bazen görüyorsun bunu, bazen unutuyorsun. Ama bu sabah seninle bir oynayalım hadi, şimdi saatine bak, zamanı senin için yavaşlattım, keyifle yap kahvaltını, sonra ak hayata, bakalım neler çıkacak karşına?” İnanılmaz biçimde, zaman adeta durmuştu. Sonsuzluğun portresine dalarak yüzdüm. Sonra yavaşça, şükranla kalktım, giyindim, hayata aktım…
Tren istasyonuna vardığımda, tren salına salına geliyordu. Sanki köşe başında beni beklemişte, istasyona girdiğimi görünce saklandığı yerden çıkmıştı. İnanılır gibi değildi. Çünkü her sabah koşturarak yetişmeye çalıştığım, bazen kaçırdığım, bazen kapısından içeri giremediğim için sonraki seferi bekleyerek işe geç kaldığım tren ilk defa bana gülümseyerek önümde durdu, kapısını açtı. Bu beni iten, hunharca içeri almak istemeyen, “-patlıyorum, bir sen eksiktin” diyen o bıkkın tren değildi. Yüzlerinde işe gitmenin yorgunluğu okunan, uykulu gözler karşılamadı değil ama tren her zamankinden boştu. Bana kimse gül bahçeleri vaat etmemişti. Ruhu sıcacık, yağmur yürekli arkadaşın emanet ettiği sözcüklerde yıkandım, deliliğimin ince çizgisinde. Bir el omzuma dokundu nazikçe, “-isterseniz buyurun oturun” dedi. Tren de oturabilmek bir mucizeydi.
İneceğim istasyona geldiğimde fark ettim, dudaklarıma konan tebessümü. “-Hoş geldiniz” dedim, “…ne kadar sessizce gelmişsiniz, aynadaki yansımada varla yok arasındaydınız, sefa getirdiniz…”
Sessiz bir huzurla gelen tebessümle, oturdum istasyondaki banka. Hemen çıkmak, işe koşturup, sözcüklerin trafiğinde kaybolmak istemedim. Zaman bugün benim için durmuştu nasılsa. Bir sigara çıkardım çantamdan. Yılların verdiği bir alışkanlıkla değil, keyifle ruha çekilen bir nefesti sanki. Notaların dingin sesi yankılanıyordu benliğimde. Gözlerim uykusuzluktan değil, tarifi zor bir mutluluktan kendilerini karanlığın ardındaki ışığa bıraktılar. Rüzgâr saçlarımı okşuyordu. Aralık ayının son haftasındaki bu kış gününde, hayat beni sıkıca kucaklıyordu. Gözlerim kapalı bir şekilde, sigaramdan derin bir nefes daha çektim. Dumanın ciğerlerime akışını izledim. İlk defa yaşam veriyordu ciğerlerime. Yılların birikimiyle üzerine dolan sis tabakası bir anda silinmişti adeta. Benliğime dolan müziğin ritminde, ayaklarım tempo tutuyor, başım sarhoş misali, yavaşça sallanıyordu. Rüzgârla dilsiz bir dans içindeydik. Karşı yönden gelen trenin sesi yankılandı istasyona. Sabırsızlıkla bekleyen insanların trene binişlerini duydum. Tren için hareket düdüğünü çaldı makinist. İşe yetişme telaşında, hareket etti tren. Gözlerimi açtım bir anda. Bana bakan bir çift gözle karşı karşıya kaldım. Sımsıcak gülümserken, el sallıyordu tanımadığım bir adam, trenin içinden. Önce saliselik bir şaşkınlıkla, bana değil de bir başkasını mı uğurluyor diye bakındım ama istasyonun bulunduğum tarafında rüzgârla benden başka kimse yoktu. Ben de gülümsedim sımsıcak, hafiften başımı eğdim, minnettarlıkla. Ve ruhumdan bir ses fısıldadı; “-Hayata merhaba hatun…”
Şükrettim Tanrıma, gülen gözleriyle varlığını, tanımadığım bir adamın ellerinde sunduğu için bana. Ve aslında adamında ruhumdan bir parça olduğunu bilerek, işe varmak üzere devam ettim yoluma…
Nihal KÜÇÜKDÖNMEZ
23.12.2009 / Çarşamba
12:02
0 yorum:
Yorum Gönder