AFET-İ DEVRAN

19 Aralık 2010 Pazar

Havada puslu bir hüzün var. Hüngür hüngür ağlıyor gökyüzü. Fırtına öncesi sessizlikte derin uykusundan uyanamayan doğa, nereden geldiğini anlayamadığı bir çığlıkla araladı gözlerini. Uyku sersemliğiyle bakındı etrafına. Burnuna keskin bir kan kokusu geliyordu. Anlayamadı. Ağaçlarına felç gelmiş gibi kıpırtısız kalakalmıştı. Kuşları bile konuşamıyordu. Toprağı paramparça yatıyordu usulca, derin bir uykudaydı sanki... Oysa her yanı kan içindeydi. Doğa, toprağını yokladı. Görünüşte huzurla uyuyan Göl gibiydi. Kıyısından suskun bir Irmak akmaktaydı. Öte yakasında kurtlar ulusa da, hepsi özünün bir parçasıydı. Evrensel bir bütünlük içerisinde ne güzel yaşayıp gidiyorlardı işte. Ama bu keskin kan kokusu da neyin nesiydi? Gökyüzünün de nesi vardı böyle. Tek kelime etmiyor, oturduğu yerden durmaksızın yağıyordu sadece. Kırlangıçlar birkaç ay önce çekip gitmişlerdi. Eh malum hava soğumaya başlamıştı artık. Kış geliyordu. Alışkındılar kışa. Çiçeklerin solmasına, yaprakların sararmasına. Doğa açlığa alışkındı. Nasılsa “tok” olan yanları da vardı. Kader böyleydi. Ses etmenin ne alemi vardı şimdi. Bir tarafı rengarenk kır bahçeleriyle donatılmıştı ya toprağının eh beri yanı çorak kalsaydı ne olacaktı ki sanki? Çorak görünen tarafının altı maden zenginiydi halbuki. Ama ne yapsın doğa, nasıl uğraşsın çorak bırakılmış toprağının altındaki zenginlikleri çıkarmaya. Hem kendi yerine gizliden gizliye yer altı sularında yüzen karayılanlar bu madenleri işleyip kendisine geri satıyorlardı. Uğraşmanın, çalışmanın ne anlamı vardı? Oysa yıllar önce bir “Güneş” doğmuştu dağlarının, ovalarının arasından. Doğaya “Can” vermişti.

Demişti ki “Güneş” doğa’ya; “seni yeni baştan yaratıyorum. Ben bir gün toprağına karışacağım ama bu toprak sonsuza kadar yaşamalı! Onun uğruna nice goncalar can verdi. Gelecekte kökleri toprağına bağlı, özgür goncalar yaşayabilsin diye! Nice kurtlar gördük bu sofralarda. Senin huzurla uyuduğun bu topraklarda, ağızlarının salyalarını akıtarak, uluyarak vahşi açlıklarını haykırdılar. Nice papatya’nın boynu kırıldı… Ceylanlar siper ettiler gövdelerini… Yılmadık! Susmaz bu kurtlar bilesin. Sadece dağının ardından gelmezler toprağına. Dikkat etmelisin. Ruhunun içinden çıkabilir bunlar. Sadece Kurtlar da olmaz. Çakal sürüleri vardır bir de kendilerini akıllı gösteren her yere yalan sözler taşıyan sinsi Tilki’ler. Haaa hepsi de Toprağını çok sevdiğini söylerler. Yalan değil severler de, seni yok etmektir dertleri. Severek paramparça edip yağmalamaktır toprağını. Özündeki her bir canlıyı yok etmektir dertleri. Sadece kendileri hâkim olabilmek için. Toprağının her bir coğrafyasını bölüşüp hüküm sürebilmek için. Yüzyıllardır bunun derdindeler. Ey doğa; işte tüm bu zulüm ve parçalanmalara karşı görevin, içinde bulunduğun hayatın dengesini canın pahasına koruyabilmektir. İhtiyaç duyacağın güç, yaşamının özündeki ruhta gizlidir!!!”

Doğa yarı uykulu gözlerle kan kokusuna anlam vermemeyi sürdürerek Güneş’in söylediklerini düşündü. Toprağının derinliklerinden bir acı hissetti. Her yer kan ve acı içindeydi. Ama hala sebebini çözemiyordu. Aklı karışmıştı. Aslında her şey çok açıktı. Gerçekleri görmekten korkuyor, korktukça dibe vuruyordu. Gökyüzü deprem misali yağıyor, yer sarsılıyordu. Heyelana uğrayan toprağı parça parça yok oluyordu. Doğa neyi beklediğini bilmeden, ağaçları felç bir halde kuşların sessizliğine ağlayan göğü izliyordu. Zamanla Kırlangıçlarla birlikte, Martıların, Güvercinlerin, Kartalların ve Şahinlerin de ortadan kaybolduğunu izledi doğa. Hepsi ya bir köşe de can vermiş ya da hava sahasını ihlal ettikleri suçlamasıyla Kurtlar, Çakallar, Tilkiler tarafından kafeslere kapatılmışlardı. Ormanının kralı Sırtlan’da destekçisiydi bu zulmün. Zira Kurt, Çakal ve Tilki sofrasının ortak kararıyla gelmişti krallığa. Aslan’ın hükmü çoktan bitmişti onlar için. Fazlasıyla yasalara ve toprağına bağlıydı. Oysa onlara göre devir değişmişti. Geçmişte alamadıklarını, şimdi doğaya hissettirmeden sırayla ele geçiriyorlardı.

Toprak ise kan içinde paramparça kalarak, yüreğinde barındırdığı tüm canları kurtarması ve kendisini savunması için, çaresizce Doğa’nın uyanmasını bekliyordu hala...


Nihal KÜÇÜKDÖNMEZ
26.02.2010 Cuma
14.30

0 yorum: