SAĞANAK HÜZÜN

19 Aralık 2010 Pazar

Yağmurlu bir İstanbul sabahında, anıların silik izinde yürürken buldum kendimi... Sağanak bir hüzün boşaldı günüme. Nerde kaldı şimdi çocukluğumun pamuk şekerleri, gençlik çağlarının platonik sevgileri... Ne düşlerim vardı; yıllar geçtikçe, hepsi annenizin en sevdiği vazonun elinizden kayması gibi, kırıldılar.

Umutlarım vardı. Yaşamın döngüsü gibi onlarda doğdular, yeşerdiler ve kurudular. Hiçbir şey eskisi gibi değil artık. İyi bilirim. Geçen her zamanda bir şeyler de yitip gidiyor hayatımdan. Hiçbir şey eskisi gibi tat vermiyor. Çocukken içtiğim tavuk suyunun tadı bile çok yavan artık. Tavukların suni arpayla beslenmesinden mi yoksa ağzımın tadının sunileşmesinden mi bilemiyorum... Düşlerim vardı, hala da var. Ama biliyorum artık, onların hepsi sadece düş... Gerçekleşirse düş olmazlar ki. Çocukluğumun düşlerinde umut vardı. Ne güzeldi o düşler. Hani öyle gerçekleşemeyecek türden de değillerdi. Mesela on sekiz yaşıma girerken tüm dostlarımla birlikte bir kutlama yapmak istemiştim, İstiklal Caddesinde. Dersaadet'e gidip, birer votka-vişne içecektik alt tarafı. Kırk gün öncesinden, bana dostluğun özünü öğreten adamın gidişi şerefine götürdüm votkaları, bünye sarhoş dahi olamadı. Şöyle adamakıllı sarhoş olabilseydim bari. Yok! Sadece on iki yıldır, boğazına düğümlenmiş, yutamadığın bir acı. Ne tam anlamıyla nefes alabiliyorsun, ne de özgürce verebiliyorsun...

Louis Aragon; “Geçmişi icat ettim, geleceğin güzelliğini görmek için. Özledikleri dün yarının güzelliğini göstermiyorsa sorun bugünde olmalı..." demiş. Bugünüm düne göre daha iyi aslında. Ben ne dipler gördüm, zamanla öğrendim dibin sonu yokmuş. Acı, sevdiğinin adını çakıyla ağaca kazır gibi, kazındıkça yüreğe, aktıkça yaşlar gözünden, sessizce çığlık attıkça kaderine daha bir sakin, kabullenir oluyorsun hayatı. Ve öğrenmeye devam ediyorsun tüm bilgisizliğinle; çırpınsan da, savaşsan da değişmiyor hayatın verdikleri... Hayatın senden aldıkları da bir veri! Görmesini bilmek gerek belki. O kadar kör oldum ki hayatta, gözlerimin karanlığı, yüreğimin ışığını yaktı.
Ama işte eskisi gibi de keyif vermiyor, bazı şeyler. İçimden hiçbir şey yapmak gelmiyor bugünlerde. Öylesine gidip geliyorum, işten eve, evden işe. Geçen sene bile bu havalarda, akşamları iş çıkışı koşardım mesela. Ne delilik diyorum şimdi kendime. Bütün gün sokaklarda firma sahipleriyle toplantılar yap, reklam almak için ikna etmeye çalış, o kafe benim, bu firma senin adres ara, akşamları da moda sahiline in koş. Oradan da Pendik’e eve dön. Yetmezmiş gibi hafta sonları dâhil, mesleğinle ilgili sosyal organizasyonlar düzenle, fotoğraf, resim, heykel sergileri yap, opera, tiyatro, sinema izlemeye git, Beyoğlu’nda demlen... Bıçak gibi kestim hayatımdan hepsini. İçimden sokağa çıkmak gelmiyor. Sadece dost dergâhlarında şarap içmenin keyfi var damağımda. O da olursa. Olmasa can onu da aramayacak sanki. İnsanlara güvenimi yitirmemden mi, kendime inancımı bitirmemden mi bu kabuğa çekiliş? Bilemiyorum. İnanç biter mi, güven yiter mi. İnsanları hayatından çıkarmak nasıl bir şeydir bilir misiniz? Hele ki gidemiyorsanız, insanlardan. Şarkıda dediği gibi; "ben hiç kimseden gitmem, gidemem. Unutamam acı tatlı ne varsa hazinemdir." Zamanla bana zarar veren insanlardan uzaklaşmasını da öğrendim yani. Ama hiçbirinden de gidemedim işte. Yaşlanıyorum galiba biraz daha. Oysa on sekiz yaşıma bastığımda dua sesleriyle, kendimi kırk beş yaşında hissetmiştim. İlk beş yıl artarak sürmüştü bu yaşlanma. Yokluğa duyulan özlemin tarifsiz kıvranışlarıyla. Ardından hissedilen tüm acıların ve gözyaşlarının sebeplerini gördüm, sonuçlarına vararak.

Şimdi ise fiziksel yaşlanmanın da ağırlığı mı çöküyor bedene, yoksa olgunluğun pişmişliği mi siniyor ruha? Peki yüreğimdeki çocuk nerede şimdi?

Nihal Küçükdönmez
18.01.2010 Pazartesi

0 yorum: